“Trier mi Almodovar mı?”

“Kesinlikle Almodovar.”

“İnançlı mısın?”

“Kesinlikle evet.”

“Müzik aleti çalıyor musun?”

“Lisede gitar çalardım.”


Takis o gün teknede soru yağmuruna tutmuştu beni. Hem şaşırmıştım hem de eğlenmiştim. Her şeyi hızla zihninde bir yerlere oturtuyordu. Hızlı düşünüyor, hızlı karar veriyor ama yavaş yaşıyordu. Ayrıntıları, zamana yayılan bazı süreçleri gereksiz buluyordu. Hayatı akışına bırakmayı da biliyordu ama. Kolay edinilebilecek bilgiler hemen öğrenilmeli ve yaşamaya bakılmalıydı. Daha ilk gün sormuştu bu soruları bana. Sonra da kendinden emin, hep tanışıyormuşuz gibi konuşmuştu. Bu ilginç adamdan hoşlanmamak çok zordu. Bir yandan zor bir adamdı. Bunu hissediyordum. Ben ona sorular sormuyordum ama onun sorduğu sorularla ben de onu tanıyordum. Genç yaşta büyük bir acı yaşamış insanlarda olan olgunluk ve yaşama tutkusu vardı onda. Ailesini tanımıştım. Büyük bir kaybı bildiğim kadarıyla yoktu. Yaşadığı boşanmanın hikâyesini bilmiyordum. Ben de ona onunla ilgili hissettiğim şeyi söyleyiverdim.


“Hayattan intikam alıyor gibisin.”


Gülümsedi.


“İyi tespit.”

“Nedenini sorabilir miyim?”

“Doğuştan sanırım. Bir de mutsuz bir evlilikten sonra böyle bir adam oldum. Hissettiğin şey bu olabilir.”

“Anladım.”


Bir daha da bu konu hakkında bir şey sormamaya karar verdim. Çok hassas, belki de unutulması gereken bir şeydi bu.

Bir sonraki gün yine tekneyle dolaşıyorduk. Anneannemin mektuplarını yanımda getirmiştim.


“Bu yazı dizisi ne zaman yayımlanacak, belli mi?”


“Ben de bilmiyorum. Dönüşte konuşacağız. Bak, anneannem mektubun sonunda şöyle yazmış:‘Takis’le Elefteria’nın fotoğrafları çok güzel. Keşke görebilseydim onları. Ben de sana Ferzan’la Rüzgâr’ın bir fotoğrafını yolluyorum.’ Bak, bu fotoğrafımızı çok severim.”


“Çok tatlısınız. Yıllarca sizin oralardan gelen mektupları okuduk biz, Ferzan. Sizin çocukluk fotoğraflarınızı, büyümenizi izledim ben. Babaannem bize hep gösterir, anlatırdı. İnanabiliyor musun? Ve şimdi de…”


Göz göze geldik. Şimdi de birbirimizi sevmiştik işte. Olan buydu. Bir anda. Aslında şaşkındık bu duruma. Temkinli olmaya, gerçekliği idrak etmeye çalışıyorduk. İkimizin de geçmişinde hayal kırıklığı vardı. Bir yanımız korkuyordu. Bir kadına, bir adama yaklaşmaktan hatta birini sevmekten… Hiçbir şey söylemedim. Sadece ona baktım ve gülümsedim. “Aceleye gerek yok ama seni tanımak istiyorum.” dedim. “Pek karmaşık biri sayılmam. Gezmeyi, teknemi, denizi, yalnızlığı, Bob Dylan’ı ve Neşet Ertaş’ı filan severim.” dedi.


“Neşet Ertaş’ı tanıyor musun?”

“Onu tanımayan mı var?”

“Haklısın. Nereleri gezdin?”

“Bütün Asya’yı, Avrupa’yı, biraz Afrika’yı. Türkiye’ye İstanbul ve İzmir dışında yolum düşmedi ama çok istiyorum gezmeyi. Belki beraber gezeriz bir gün, ne dersin?”

“Bir gün, neden olmasın?”


Birlikte plan yapmak için çok erkendi. Birbirimizden kaçmak için çok geç. Tanışmıştık bir kere. Kalplerimiz ısınmıştı. Meraklı kediler gibiydik. Takis benden daha cesurdu. Ben biraz korkaktım. Onun kapıları açmasını bekliyordum. Aklımda hep aynı düşünce dönüp duruyordu. “Daha boşanmadım, boşanmadım, boşanmadım.” Söyleyiverdim.


“Ben daha boşanmadım Takis.”

“Biliyorum Ferzan.”

“Özür dilerim. Yani, bunu neden söyledim bilmiyorum.”

“Özür dilemene gerek yok. Rahat ol lütfen. Her şeyi zamana bırakalım. Hayat kendi yolunu bulur.”

“Haklısın. Sadece… Ben…”


Eliyle sus işareti yaptı. Sustum. Güven veriyordu. Sanki her şeyi biliyordu. Olanı, olacak olanı. Belirsizlikle baş edebiliyordu. Ben galiba boşanmadan kendimi rahat hissedemeyecektim. Takis’ten öğrenecek çok şeyim vardı. Ona Çetin’den ve ilişkimizden bahsettim. İletişimsizliğimizden. Dikkatle dinledi.


“Evliliğin ne kadar zor olduğunu bilirim.”


Aynı dili konuşuyorduk. Yaralarımız ortaktı. Bütün bunlardan bahsedince içimi bir endişe kaplamıştı. Yüzümden anlaşılıyor olmalıydı.

“Sen akıllı bir kadınsın. Rahatla. Güzel günler geçiriyoruz. Sadece zamana ihtiyacın var. O kadar.”

Yine haklıydı. O gün tekneyi denizin ortasında durdurup bütün gün sohbet ettik. “Artık evlilik ve bizim dışımızda şeylerden bahsedelim.” dedim.

“Müzik?”


Radyoyu açtı. Ortak şarkılarımızdan konuştuk. Ajda Pekkan’ın söylediği şarkıları biliyordu. Bizim oralarda da Yunan radyolarının çektiğini söyledim. Derken bir gün beraber Ege kıyılarını gezmeyi hayal ettik. Konu yine bize gelmişti. Bundan kaçış olmadığını anladık. Endişe atağım geçmişti. Bol bol güldük. Sohbet ederken sonsuza kadar bu teknede Takis’le kalabilecek gibi hissettim kendimi. Zaman algım genişledi. Uçsuz bucaksız denize baktım. Gökyüzüne. Sonra Çetin geldi aklıma. Ne yapıyordu? Rüya annemlerin yanında, emin ellerdeydi. “Ben kötü bir kadınım.” dedim kendi kendime. “Ben iyi bir adamı terk ettim. Ben iyi bir adama acı çektirdim.” Şimdi de dünya tatlısı bir adama aşık olmak üzereydim. Sonra Takis seslendi. Daldığımı söyledi. Ne düşündüğümü sordu.


“Hiç. Hiçbir şey düşünmüyordum.”

“Hadi, denize girelim.”


Bir çocukmuşum gibi dikkatimi dağıtmak istiyordu. Beni boş düşüncelerden uzaklaştırmak, onunla birlikte şu son bir hafta yaptığım gibi her şeyin tadını çıkarmamı istiyordu. Öyle yaptım. Yüzdük. Mavi sulara daldık. Kendi kendime gülmeye başladım.


“Bu aslında benim için bir iş gezisi olmalıydı.”

“Aynen öyle. Yazı dizin için çalışıyoruz burada. Birazdan bana yine mektupları tercüme etsene.”


Teknede anneannemin mektuplarını okuyup yapabildiğim kadarıyla İngilizce’ye tercüme etmeye başladım. 1985’te yazılmış bir mektup vardı. Anneannem Adelpha teyzeye dükkânı kapatmaya karar verdiğini anlatıyordu. Artık yorulmuştu. Sonra 2005’te yazılmış bir mektup daha vardı. Anneannem Rüya’dan bahsediyordu. O zaman Rüya bir yaşındaydı. Geçmişe gittim. Takis’e Rüya’yı anlatmaya başladım. Konuştum, konuştum… “Sen kızına aşıksın.” dedi.


“Olabilir ama iyi bir anne olamadım ben Takis.”

“Sana öyle geliyor. Sadece mükemmelliyetçisin. Kendine fazla yükleniyorsun.”

Mükemmelliyetçi? Öyle miydim gerçekten? Bunu hiç düşünmemiştim. Takis hayatıma beni şaşırtmak ve düşündürmek için girmiş gibi hissediyordum. Belki de öyleydi.

“Bilmem. Anneliği pek beceremedim gibi geliyor.”

“İyi bir anne olduğuna eminim. Kendinden şüphe etme artık. Bunu görebiliyorum. Kuruntu yapıyorsun. Sadece kendini geç tanıyan birisin Ferzan. Sana demiştim. Senin kendini keşfetmeye ve bir başarı hikâyesine ihtiyacın var. Bu yazı dizisi çok iyi olacak senin için.”

“Sağol Takis. Umarım dediğin gibi olur.”


O gün otele erken döndüm. Dinlendim. Anneannemin mektuplarını okumayı bitirdim. Annemle konuştum. Duruşma tebligatı gelmişti. Dönüşte İstanbul’da bir gün kalmam gerekecekti. Çetin duruşmaya gelecek miydi merak ediyordum.


Ertesi gün Takis’le Atina sokaklarında gezdik. Sonra yine Anatoli amcalara gittik. Bu sefer yemekte sadece deniz mahsulü vardı. Beni düşünmüşlerdi. Balık, kalamar ve ahtapot. Bir de her zamanki gibi nefis mezeler. Yorgo amca ve Elefteria da gelmişti. Onlar konuşurken Takis bana kısık sesle anlattı. Yorgo amcanın gençken sevdiği bir kadın varmış ama başka biriyle evlenmiş. Yorgo amca da bir daha kimseyle olamamış, hiç evlenmemiş. Kendini mesleğine, eczacılığa adamış. Takis bunları anlatırken başım inanılmaz ağrıyordu. Ona söyledim. Yorgo amcanın bir çözüm bulacağını söyledi. İlaç satsa da ilaçlardan çok bitkilerle, otlarla, alternatif tıpla ilgiliymiş, hatta kendi yaptığı ilaçlar varmış. Takis Yorgo amcaya benimle ilgili bir şeyler anlattı. Başımı işaret ediyordu. Yorgo amca da hemen işaret parmaklarını şakaklarıma götürdü ve Yunanca bir şeyler söyledi. Takis’in dediğine göre başımın neresinin ağrıdığını sormuştu. Gösterdim. Alnım ve iki kaşımın ortası ağrıyordu. Migrenim olup olmadığını sordu. Yok dedim. Tansiyonumu ölçtü. Normaldi. Üşüyüp üşümediğimi sordu. Üşümediğimi söyledim. İlginç bir şey sordu bana. “Şaşırtıcı bir olay yaşadın mı?” Ben de güldüm ve buraya gelip sizlerle, özellikle de Takis’le tanışmış olmanın beni çok etkilediğini söyledim. “İşte o yüzden.” dedi. “Merak etme, sadece her şeye farklı bakmaya başlıyorsun. Sana masaj yapacağım, ağrın geçecek.” Charissa teyze küçük bir şişe getirdi. İçinde yağ vardı. Kanepeye uzandım. Yorgo amca başıma bu yağla masaj yaptı. Ağrım yarım saat sonra geçmişti. Yorgo amcanın yanaklarından öpüp ona teşekkür ettim. Bana şişeyi uzatıp “Bu yağ karışımını al. Ne zaman başın ağrısa bununla sevdiğin birine masaj yaptır.” dedi. Mutlulukla çantama koydum şişeyi. Takis’e “Hemen geçti baş ağrım. Bu yağın ismini Yorgo’nun iksiri koyuyorum.” dedim. Takis tercüme etti. Güldük.


Yemek masasına geçtik. Yemeğimizi yerken Elefteria telefonunu kurdu, dolabın üzerine koydu ve hepimizin bir fotoğrafını çekti. İkinci ailemle aynı karedeydim. Biz aslında her zaman bir aileydik galiba. Anneannem ve Adelpha tanıştığında başlamıştı her şey. Daha Takis’le ben doğmadan önce. Sonra 6-7 Eylül olaylarında 1955’te kötülük araya girmiş, güzel insanları birbirinden ayırmıştı. Olan buydu. Bütün gece Adelpha teyzeden dinlediklerini ve burada yaşadıklarını anlattılar. Bir gün sonra dönecektim. Mektupları istersem alabileceğimi söylediler ama almak istemedim. Herkesle vedalaştım.


Yemekten sonra Takis’le kaldığım otele gittik. Lobide kahve içerken sohbet etmeye başladık.


“Hepinizi özleyeceğim.”

“Biz de seni özleyeceğiz Ferzan. Bir şey soracağım sana. İzmir’de ofis açmamla ilgili ne düşünüyorsun?”

“Çok sevindim elbette. Böylece görüşmüş olacağız, öyle değil mi?”

“Gerçekten sevindin mi?”

“Sadece temkinli olmaya çalışıyorum. Hayatım bir belirsizlik içinde. Yoksa ne kadar sevindiğimi bilemezsin.”

“Anlıyorum, sevindim.”

“Ben Ayvalık’tayım. Böylece sık sık görüşebiliriz. Bizimkilerle tanışmaya Ayvalık’a gelirsin, değil mi?”

“Harika olur… Yarın son gün. Ne yapmak istersin?”

“Bilmem. Gezmediğimiz yer kalmadı. Bence teknede dinlenelim.”

“Anlaştık. Sabah aynı saatte almaya gelirim seni.”


Arkasından el sallarken gülümsüyordum. Lobideki bara geçtim. Bir kokteyl istedim. Barmaid bana kendimi nasıl hissettiğimi sordu. “Aşık.” dedim. Nane tadının baskın olduğu bir kokteyl hazırladı. Kokteylin isminin Afrodit olduğunu söyledi. İçerken ona Takis’i anlattım. Uzun uzun…


Sabah Takis geldi. Yine heyecandan az uyumuş ama güneş doğarken uyanmıştım. Tekneye gittik. Güzel bir kahvaltı ettik. Bütün gün sohbet ettik. Sanki birdenbire akşam oldu. Uçağım sabah erkendi. İzmir’de görüşeceğimiz için Takis pek vedalaşmadı. Akşam otele dönüp bavulumu hazırladım ve uyudum. Sabah Takis’i görmeyi beklemiyordum ama beni havaalanına götürmek için gelmişti.


İstanbul’a indiğimde bir düşten uyanmış gibi hissediyordum. Yarın duruşma vardı. Dilan’a gittim. Evin anahtarını karşı komşusuna bırakmıştı. Uyudum. Akşama doğru uyandım. Dilan geldi.


“Neler oldu? Nasıl geçti? Anlatsana, çok merak ediyorum.”

“Aşık oldum.” cümlesiyle başladım. Her şeyi anlattım. Sonra defterimdeki notlara bakarak çalıştım. Adelpha’nın hikâyesine anneanneminkini de eklemem gerekiyordu. Sabah dergiye bir e-posta yazdım. Zaman sıkıntım yoktu. Duruşmaya gittim. Çetin de geldi. Boşanmamızın gereksiz olduğunu, bir sorunumuz olmadığını ve boşanmak istemediğini söyledi. Ben evi terk ettiğimi, birkaç yıldır mutsuz olduğumuzu filan tekrarladım. Hakim bize biraz daha süre verdi. Her şey yine uzamıştı. Adliye çıkışında Çetin’le kavga etmeye başladık.


“Ne yapmaya çalışıyorsun Çetin? Hani konuşmuştuk?”

“Ne hissediyorsam onu söylüyorum. Ben boşanacağım diye bir söz vermedim sana. Bozuk atacağımı söylemiştim.”


Hiçbir şey söylemeden yanından ayrıldım. Aklım Takis’deydi. Takis İzmir’e taşınma planları yapıyordu. Ben boşanamıyordum. Ertesi sabah aklımda sorularla ilk otobüse binip İzmir’e gittim, Rüzgâr’ın yanına.


Bir sonraki bölüm 4 Ocak pazartesi...


Önceki bölümler...



















YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.