Yine aynı rüyayı görmüştüm. Ormandaki o şamanın başımın üzerinde tef çaldığı rüyayı. Ter içinde uyandım. Bir kâbus muydu bu yoksa bana iyi şeyler mi söylüyordu? Uyandığımda kendimi iyi hissediyordum. Önemli olan buydu. Rüyamdaki şaman beni iyileştirmiş olmalıydı. Çetin’i düşündüm.


Çetin. Çocukluk aşkım. Dostum. Sevgilim. Eşim. Kızımın babası. Hayatımda bu kadar çok yer kaplayan bir insan nasıl birkaç yıl içinde herhangi biri olmuştu? Belki de hiç dost olamamıştık biz. Hayat arkadaşı. Ben sevmeyi bilmiyor muydum yoksa? Sevmeyi becerememiştim. Becerememiştik. Sevgiyi korumayı, ilk günkü tazeliğinde tutmayı bilememiştik.


Yoksa aşk yaratılan bir şey miydi? İlişkimiz Rüya büyüdükten sonra başka bir hâl aldı. Aşkta dostluk olsun isterdim. Merhamet olsun. Sevgi olsun. Paylaşım olsun. Bizim ilişkimizde artık görevler vardı. Sevişmek bile bir görev halini almıştı. Rüya duymasın diye onun uyumasını bekliyor, kısa, hızlı, ne olduğu anlaşılmayan bir şey yaşıyorduk. Duygusuz, sevgisiz, hissiz.


Ne yapıyorduk? Neydi yaşadığımız? Evlilik böyle bir şey miydi? Neye mecburduk? Neyi bekliyorduk? Dünyada yaşanmayı bekleyen o kadar çok duygu, tecrübe vardı ki. Ben ne yapıyordum burada? Bu hayat kimin hayatıydı?


Bir başkasının hayatını yaşıyordum.


Hayatım birçok insan için olması gerektiği gibiydi. Ben olması gerektiği gibi filan değildim. Son yıllarda eksik bir şeyler olduğunu hissediyordum. Mutluluğun ardında, görünmeyen, ıskaladığım büyük bir şey. Neydi o? Çetin’e anlatacak hiçbir şeyim yoktu. Zaten Rüya küçükken her şey çok hızlıydı. Tatlı bir telaş. Bir koşturmaca. Çalışmaktan Rüya’nın ilk adımlarını görememiş, ilk kelimelerini bile duyamamıştım. Kızımı akşamdan akşama görüyordum. Sonra o büyüdü, on iki yaşına geldi. Ben de otuz sekiz.


Çetin’in yaptığı onca şeye rağmen artık sevildiğimi hissedemiyordum. Daha fazlasını da istemeye cesaretim yoktu. Yorulmuştum. Oysa yaşamak cesaret istiyordu. Hakkıyla yaşamak. Öylesine değil. Ben öylesine yaşıyordum. Yapmam gerekenleri yapıyor, içine düştüğüm bir hayat oyununun kurallarını uyguluyordum. Bir yerlerde sorun olduğunu sadece seziyordum. Ne demekti bu? Bunalım. İki yıl sürecek, büyük bir bunalım demekti.


“Bir çocuk daha yapalım, sana iyi gelir.”


Böyle demişti Çetin. Çocuk yapmak bir oyunmuş, ilaçmış gibi. Nasıl bu kadar sığ olabiliyordu? Aklım almıyordu. Onu tanıyamıyordum. Her şeyden önce çocuğa büyük bir haksızlıktı bu. Beni ne sanıyordu? Kim sanıyordu? İçimde bir yerde bildiğim bir şey vardı. Ben Çetin’in sandığı kişi değildim.


Evliliğimiz boyunca gözlerim kapalı mı yaşamıştım? Kör? İnsan körse en çok kendini karanlıkta bırakıyormuş. Ben de asıl benliğimi göremiyordum. Kendimi tanıyamıyordum. Okuduğum onca roman bana bir yolculuk vaat etmemiş miydi? Biraz da kendimizi tanımak için okumaz mıydık? Okuduğum romanları düşündüm, güçlü kadın karakterleri… Onların yanında kendimi silik hissediyordum. Hayatın kıyısında kalmış, ayak uyduramamış, beceriksiz birinden nasıl bir kahraman olurdu ki? Hayatım dışarıdan “normal” görünse de ruhum bir ucubeydi.


Çetin için evlilik iş bölümünden ibaretti. Ev işlerine karışmazdı. Kalkıp bir bardak su almazdı. O sadece işe gidip geliyordu. Kendine tek bir görev vermişti. Geriye kalan her şeyden ben sorumluydum. Hem işe gidiyor, hem ev işlerini yapıyordum. Ev her zaman temiz olurdu. Arada bir yardımcı kadın gelirdi ama genelde ben hallederdim. Rüya’nın velisi bendim. Ödevleriyle, ihtiyaçlarıyla ilgilenirdim. Çetin gece geç gelir, kızını genelde yatmadan yatmaya görür, başını okşar, hatrını sorardı. O kadar. Biz bir aileydik, öyle mi? Sadece pazar günlerinin ailesi.


Çetin aslında iyi bir insandı ama kurallar yıkıldığı zaman tepki verirdi. Yıllarca akşam yemeğini hep aynı saatte yedik. Henüz akşamları eve geç gelmiyordu. Ben uluslararası bir reklam ajansında çalışıyor ve nispeten makul bir saatte çıkıyordum. “Bugün herkes tabağını eline alıp öyle yesin.” desem kavga çıkıyordu. Bir de bana psikolojik baskı yapıyordu.


“Bugün yine geç geldin galiba. Sadece kuru fasulye var.”


Başka bir kural. Sofrada her akşam birkaç çeşit yemek olacaktı. Eve geç gelinecekse bir gün önceden yemek yapılacaktı. Fazla dekolte giyinilmeyecekti. Çetin’in kuralları bitmiyordu. Ses çıkarmıyordum. Evliliğin böyle bir şey olduğunu düşünüyordum herhalde. Düşünüyor muydum ben gerçekten? Hiç düşünmüş müydüm? Hayatım üzerine? Hayat üzerine?


İş dışında pek bir şey yapamıyordum. Durmadan dizi izliyordum. Hafta içi yemeği yaptıktan sonra kahvemi koyar, geçerdim laptop’un başına. Yabancı dizi siteleri, Netflix benden sorulurdu. Kendimi kaptırırdım. Her sezon bir tane de yerli dizi seçerdim kendime. Zaten çoğu vasattı. Bitmeyen sahneler, ağır aksak konuşmalar, zengin evlerin eli silahlı korumaları, intikam hikâyeleri… Televizyonda hep aynı şeyler vardı. Ben derinlikli kadın hikâyelerini, dramaları ve polisiye dizileri seviyordum. Her fırsatta başka dünyalara kaçıyordum. Yapacak daha iyi bir işim yoktu.


Dilan ve Neşe’yle iş nedeniyle hafta içi pek görüşemiyorduk. Neşe’nin bebeği, Dilan’ın bir sevgilisi olmuştu. Görüşmelerimiz iyice seyrekleşti. Bir hayat yaşıyorlardı. Benim hayatım ise istifa ettikten sonra, sanki Çetin ve Rüya’yı bekleyerek geçiyordu. Tüm gün bekliyordum. Gelmelerini, hafta sonunu, akşam olmasını… Çetin’le konuşmayı denediğimde kavga ediyorduk. Rüya kavgalarımızdan etkileniyordu.


“Anne, babamla birbirinizi seviyor musunuz?”

“Evet, Rüyacığım. Nereden çıktı şimdi bu?”

“Hep birbirinize bağırıyorsunuz da.”


Rüya’ya yine bir cevap verememiştim. Haklıydı. Seven insanlar birbirine bağırmamalıydı. Belki de sesimizi duyuramadığımız için bağırıyorduk. Nefesimiz yetmediği için. Artık birbirimizi iyi duymadığımız için. Can kulağıyla dinlemiyorduk. Gönül gözümüzle bakmıyorduk. Sanki hayatın tuhaf hızı bizden bir şeyleri çalmıştı. Bana hep öyle geliyordu. Çetin öğrenciyken başkaydı. Ben başkaydım. İstanbul’daki çalışma hayatı onu daha tahammülsüz biri yapmıştı. Bütün suç İstanbul’undu belki de. Hakikaten biz ne yapıyorduk bu şehirde? Çetin bizi göremeden bir plazada yaşıyor, işe giderken trafik stresi yaşadığı bir arabanın taksitlerini ödüyordu. Hafta sonları Rüya kaykayına binsin diye park, açık alan arayıp kalabalıktan hiçbir yere sığamıyorduk. Eve tıkılıyorduk. Birbirimizin yüzüne pek bakmadığımız o dört duvara.


Ben böyle bir evlilik istemiyordum. Hatta evlilik istediğimden bile emin değildim. Bir şeyler kafamda bitmişti. Kendi hayatıma bir yabancı gibi bakıyordum. Hatta aynaya. Kimdim ben? Burada ne işim vardı?


Son yıllarda kendimi suçlar olmuştum. Yanlış seçimler yapmış, bana uygun olmayan bir hayat kurmuştum. Lüks bir hapishane. Bir mutluluk oyunu. İçinden çıkmak, sorgulamak, fanusu kırmak öylesine zordu ki. Yaşadığım bunalım bir çıkış yolu olabilirdi belki. Dilan’ın o gün söylediği gibi, ne demişti Edip Cansever?


“Nedensiz bir çocuk ağlaması bile, çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.”


Bir sonraki bölüm 12 Kasım Perşembe...


Önceki bölümler...


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.