Bir değişikliğe ihtiyacım vardı. Büyük bir değişikliğe. İyi değildim ve ne yapacağımı bilmiyordum. Birçok arkadaşımla görüşmüyordum. Dilan hariç. En yakınım olmuştu. Çoğunu reddetsem de her hafta bir öneriyle geliyordu. Doktora gidelim demişti, dinlememiştim. Psikiyatristlere inanmıyordum. Anti-depresanlardan nefret ediyordum. Yıllar önce bir süre kullanma hatasına düşmüştüm. İnsanın karakterini törpülüyor, duygularını, hassasiyetini alıp götürüyordu o ilaçlar. Yoga yapalım demişti. Bir yoga stüdyosuna gitmiştik beraber. Taksiye bin, trafiğe gir, kan ter içinde stüdyoya git, daracık bir salonda elli kişi yoga yaptığını zannet, sonra yeniden trafiğe girip eve dön. Bu eziyetin ne yogayla, ne meditasyonla ne de içe dönmekle ilgisi vardı. Saçmaydı. Dilan hafta içi her boşluğu olduğunda geliyordu. Sahile inip yürüyüş yapıyorduk. Beni bunalımdan çıkarmak için sürekli bir şeyler düşünüyordu.


“İşe mi dönsen acaba?”

Çalışmak beni mutsuz etmişti. Reklamcılık bana göre bir çeşit sanattı ama çalışma hayatını becerememiştim işte. Dilan önerilerine devam ediyordu.


“Tek başına bir tatile çıksan, hiç fena olmayacak.”

En çok bu öneriyi sevmiştim. Neden olmasındı? Şöyle doğanın içinde, küçük bir yere tatile gidebilirdim. Tabii Çetin’le Rüya’yı bırakabilseydim…


Dilan her hafta elleri dolu gelirdi. Bir kitap, dergi, kurabiye, ev yapımı limonata, bir demet çiçek. Mutlaka hediyelerle gelir, beni sevindirirdi. Çalıştığı üniversite Beşiktaş’taydı. Yolum o tarafa düşerse onu ziyaret ederdim. Birlikte öğle yemeğine çıkardık. Çarşıda balık yerdik. Bir defasında dayanamayıp rakı içmiştik. Dilan’ın öğleden sonra dersi vardı. Kokuyu nasıl çıkaracağımızı şaşırmıştık. Balık lokantasındaki garsonun önerisiyle neredeyse bir demet maydanozu yemişti. İşe yaramıştı, anason kokusu geçmişti.


Dilan’ın önerisini dinledim. “Sen de geleceksin ama” dedim. İkimiz üç günlüğüne küçük bir tatile çıktık. Çetin sayısız defa arayarak rahat vermese de güzel bir tatildi. Deniz kenarında bungalov odalarda kaldık. Sabah dalgaların sesiyle uyandık. Kendimizi hemen suya attık. Ayaklarımız suda kahvaltı ediyor, denize giriyor, akşamları rakı içip dertleşiyorduk. Dilan bana inanmaya devam ediyordu.


“Sen çok güçlü bir kadınsın. Bu depresyon sana hiç yakışmıyor.”

Güçlü müydüm gerçekten? Kendimi güçsüz hissediyordum. Geçirdiğim o ağır depresyona göre daha iyiydim. En azından artık çaresiz hissetmiyordum. Gece karanlıktan korkmuyordum. Geçen sene sokağa bile çıkmaya çekinirken şimdi Dilan’la tatil yapıyordum. Bir şeyleri atlatmıştım. Bu belliydi. Hayata tutunmaya başlamıştım. Dilan benim için fikir üretmeye devam ediyordu.


“Yemek yapmayı seviyorsun. Çikolata yapım atölyesine filan git.”

Haklıydı. Ben mutfağı severdim. Tatil dönüşü bir yemek akademisi bulduk. Pasta atölyesi vardı. Şekersiz, doğal malzemelerle pasta yapmayı öğretiyordu. Dilan’la beraber atölyeye katıldık. Müthiş eğlendik. Annemden başka hiçkimse bana bu kadar emek vermemişti. Beni eski halime döndürmeye kararlıydı.


“Böyle böyle iyileşeceksin.”

Eve dönüp öğrendiklerimi Rüya için uyguladım. Doğum günü gelmişti. Pekmezli, doğal bir pasta yaptım ona. Doğum gününü evde arkadaşlarıyla kutlamak istedi ama kendimi iyi hissetmediğimi söyledim. Çocuklara ve annelerine katlanacak gücüm henüz yoktu. Rüzgâr aradı. Bu sene gelemiyordu. Rüya’yla telefonda konuştular. Rüya dayısını çok severdi. Gelemeyeceğini öğrendiğinde biraz mızmızlandı ama kabul etti. Doğum günü için akşam Çetin, Dilan, Rüya, ben dışarıya çıktık. Yemek yedik, kutlama yaptık. Rüya mutluydu. Dilan ona tam yaşına uygun bir kitap seti getirmişti. Çetin bir tablet bilgisayar almıştı. Rüya’nın bu hediye için henüz küçük olduğunu, zaten benimkini arada bir kullandığını söyledim. Tartıştık. Dilan kendi evine gitti. Biz de asık suratlarla eve döndük. Rüya odasına çekildi. Doğum günü kötü bitmişti. Odasına girdim. Ağlıyordu.


“Senden nefret ediyorum. Git!”

Onu sakinleştirmek için bütün gece uğraştım. Sonunda beni dinledi. Tablet bilgisayarı belli günler, kısa bir süre kullanacağına söz verdi. O gece beraber uyuduk. Barışmıştık.


Sabah kalktığımda halsizdim. Dilan’la dertleşiyorduk. Artık dert anlatan ben olmuştum. Bu bunalım bizi iyice birbirimize bağlamıştı. Üniversitedeki günlerden söz ediyorduk.

“Neşe’yle hep bana yaz diyorsunuz ama okuldayken sen de çok güzel öyküler yazardın Ferzan.”

“Hadi ya? Ben bile unutmuşum. Aman, küçük öykülerdi işte. İnatla her gün yazardım ama. Gençlik heyecanı.”


Dilan bana kendimi mi hatırlatıyordu? Kimdim ben? Çocukluğumuzda, ilk gençliğimizde karakterimizle, geleceğimizle ilgili ipuçları saklı değil miydi? Bu yaşıma kadar yazsaydım yazardım. Son on yılda reklam metinleri dışında hiçbir şey yazmamıştım. Yazarlar oturup yazan insanlardı. Bu saatten sonra da yazabileceğimi sanmıyordum. Hem ne anlatacaktım ki? Geriye bir tek yemek yapmak kalıyordu. Anlaşılan ben yine mutfağa dönecektim.


O haftayı yemek yaparak geçirdim. Çetin pek mutluydu.


“Eski günlerine döndün işte. Becerikli karım benim.”


Gerçekten yemek yapmayı seviyordum ama sorunum çözülmemişti. Artık ortada bir gerçek vardı. Bunalımım geçse de ben eski ben değildim. Eskiden yaşadığım hayat beni asla tatmin etmiyordu.


Sokaklarda dolaşma dönemim başladı. Sabahları Çetin ve Rüya’dan hemen sonra evden çıkıyordum. Eminönü, Kapalıçarşı, Mısır Çarşısı, Sultanahmet, Gülhane Parkı… Tarihi yarımadanın altını üstüne getiriyordum. Alışveriş yapar, köfte yer, fotoğraf çekerdim. Aylak aylak dolaşırdım.


Her gün İstanbul’un başka bir yerine gidiyor, akşama kadar geziyordum. Hiçbir şey düşünmeden. Kafelerde oturup kitap, dergi filan okuyordum. Gelip geçenleri seyrediyordum. Nihayet yaşama sevincimi geri kazanmaya başlamıştım. Dilan’ın dersi erken biterse o da bana katılıyordu. Filli kolyemin yanına uzunca bir zincir almıştık. Dilan da kendine sedefli bir gümüş küpe aldı. Küçük mutluluklardı bunlar. Sonra kahve içmek için bir yere oturduk.


“Selim’le nasıl gidiyor hayat? Anlatsana biraz.”


“İyi gidiyor. Seyrek görüşüyoruz. Galiba o yüzden iyi gidiyor. O çok çalışıyor, doktorasıyla uğraşıyor. Bu arada, erkeklerle neden aynı evde yaşadığımızı anlamıyorum bazen.”


Ben de erkekleri, onlarla neden beraber yaşadığımızı anlamıyor, bir türlü anlaşamadığımızı, nerede hata yaptığımızı filan düşünüyordum. Kadınlar ve erkekler ayrı dünyaların insanlarıydı ama birlikte yaşamak zorundaydılar. Yine de bazı şeyleri değiştirmenin bir yolu olmalıydı. Son zamanlarda aklımda tek bir şey vardı. Gitmek. Tek istediğim buydu. Sadece gitmek ve kendimi baştan yaratmak istiyordum. Yalnız kalmak. Mümkün müydü bu? Yoksa hayatımdan, kendimden kaçıyor muydum? Yeni bir hayat isteği nereden çıkmıştı? Bilmiyordum. Sanırım yaşadığım hayat artık bana göre değildi. Değişmiştim ama korkuyordum. Hem de delice…


Bir sonraki bölüm 16 Kasım Pazartesi...


Önceki bölümler...




YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.