Çetin’den ayrılmak üzere olduğumu Rüzgâr’a ne zaman söylesem diye düşünüyordum. Her şeyin netleşmesini mi beklemeliydim? Benim için netti aslında… Rüzgâr. Kardeşim. Çocukluğumun en güzel insanı. Kahve arkadaşım. Sırdaşım. Ben beş yaşındayken doğdu. İsmini annem vermiş ona. Hastaneden eve dönerlerken Ayvalık o gün yine deli bir rüzgâr estirmiş. Annem de “Rüzgârlı Şehir’de doğdu, ismi Rüzgâr olsun.” demiş. Rüzgâr doğduğunda evin hakimi bendim. O gelince bütün düzenim bozuldu. Nasıl da kıskanmıştım. Bazı şeyleri hatırlıyordum, bazılarını annemin anlattıklarından biliyordum. Rüzgâr altı aylık filandı. Eve gelen misafirler ona bir hediye getirmişlerdi. Paket odada duruyordu. Herkes salondayken sessizce odaya girdim. Paketi açtım. Ancak büyüyünce giyebileceği bir pijama takımıydı. Kafamdan geçirmeye çalıştım. Giyerken çatır çutur sesler çıkmasına rağmen zorla giydim pijamayı. Üzerimde düdük gibi durmuştu. Sonra annem odaya girip beni yakaladı. Rüzgâr’ı kucağıma verip öyle bir fotoğrafımı çekmişti. Yine eski fotoğraflara bakıyordum. Bu sefer annemle anneannem de yanımdaydı.


“Anne, beni öyle dapdaracık pijamalarla görünce ne yaptın?”

“Ne yapacağım, kahkahalarla gülmeye başladım. Sonra seni salona götürüp herkese gösterdim. Bak orada, bu salondaki koltuktasın.”

“Sahi, nerede bu koltuklar şimdi?”

“Kırk senelik koltuklardı Ferzancığım. Yüzleri eskimişti artık, verdim gitti.”

“Benim odadaki kanepeyi saklamışsın ama.”

“O hatıra, bir de hâlâ sapasağlam.”

Anneannem de gözlüğünü takmış fotoğraflara dikkatle bakıyordu. Elimdeki fotoğrafı uzattım.

“Neneki bak, burada senin gençlik fotoğrafın var.”


Siyah beyaz bir fotoğraftı. Arkasında el yazısıyla Ekim 1959 yazıyordu. Anneannemin üstünde ekoseli bir elbise vardı. Kucağında üç dört yaşlarında bir kız çocuğu. Annem fotoğrafı görünce heyecanlandı.

“O çocuk benim. Orası bir fotoğraf stüdyosu. Bayramda gitmişiz.”


Bizim bahçede çekilmiş renkli bir fotoğraf vardı sırada. Anneannem, Rüzgâr ve ben. Rüzgâr’la ben bahçedeki taş avluda kilimin üzerinde oturuyorduk. Rüzgâr iki, ben yedi yaşlarındaydım. Anneannem ayakta duruyordu. Önümüzde sepetten dökülmüş bir sürü oyuncak vardı. Rüzgâr gülümseyerek bana bakıyor, ben fotoğrafı çekene bakıyordum.

“Anne, sen mi çektin bu fotoğrafı?”

“Evet canım. Sizin neredeyse bütün fotoğraflarınızı ben çekmişimdir. Dayın Almanya’dan fotoğraf makinesi getirmişti. İyi ki çekmişim. Bir sandık fotoğrafınız var.”

Rüzgâr’la deniz kenarında kumdan kale yaparken, ördekli simidimin denizde açıklara gittiği gün ben ağlarken, Rüzgâr bisiklete binmeyi öğrenirken, Rüzgâr’la bahçede şişme havuzda oynarken… Annem neredeyse çocukluğumuzun bütün anlarını kaydetmişti.


Rüzgâr’la en son geçen ay konuşmuştum. Hiçbir şey yokmuş gibi. Her şey yolundaymış gibi. Telefonda anlatmak istememiştim. İzmir’de yaşıyordu. Söylesem hemen Ayvalık’a gelirdi. Abla olmayı çok sevmiştim. Sanırım anneliğe en yakın duyguydu ablalık. Çocukken kıskanma dönemim geçtiğinde onu nasıl da sahiplendiğimi hatırlıyordum. O da benim yanımdan ayrılmazdı. Ben günlük tutmaya başlamıştım. Hemen kırtasiyeden bir defter almış beni taklit etmişti. Birlikte büyümüştük. Birbirimize çok şey öğretmiştik. Onun matematiği, fen dersleri filan çok iyiydi. Çok başarılı bir öğrenciydi. Kimya mühendisi oldu. Ben sözel derslerde iyiydim. Tembeldim. İlkokulu da liseyi de ite kaka bitirmiştim. Sonra iş güç, evlilik, çocuk… Derken boşanıyordum işte. Güldüm kendi kendime.



Başka bir fotoğraf tam zamanında karşıma çıktı. Bacağımın altına koyup ayırdım. Annemin gözünden kaçmadı.

“Neymiş o? Ver bakayım.”

“Bir şey değil. Gereksiz bir fotoğraf.”

Çetin’le düğün fotoğrafımızdı. Cunda’da kumsal düğünü yapmıştık. Anneme uzattım fotoğrafı.

“Ah be Ferzancığım. Fotoğraf da ayıklamaya başladın yani.”

“Saklayayım mı? Bitmiş bir şey.”

“Aceleci olma, belli olmaz böyle şeyler kızım.”


Tam yırtacaktım. Annem gözlerimin içine bakıyordu. Vazgeçtim. Fotoğrafı diğer fotoğrafların olduğu kutuya attım. Önemsizdi. Rüzgâr’ı aramak istedim bir an. Hâlâ hafiften kireç kokan, beyaz badanalı, şirin odama gittim. Telefonu elime aldım. Pencerenin önündeydim.

“Alo, Rüzgâr? Canım?”

“Abla. N’aber?”

“İyidir. Ayvalık’tayım. Sen nerelerdesin?”

“İzmir’de çalışmaca. Öğle tatili. Eniştemle Rüya nasıl?”

“Onlar İstanbul’da. Ben yalnız geldim.”

“Aaa, iyi yapmışsın. Ayvalık bu mevsimde çok güzel oluyor. Belki ben de bir hafta sonu gelebilirim.”

“Lütfen gel. Çok özledim. Neredeyse bir yıl olacak görüşmeyeli oğlum.”

“Evet ya, çok oldu. Sen pek yalnız başına çıkıp gelmezsin. Hayırdır?”

“Yok bir şey.”

“Bir şey mi oldu yoksa?”

“Hayırlı bir şey, hayırlı. Çetin’i terk ettim ben.”

“Ciddi misin? Nasıl oldu ya, neden?”

“Uzun hikâye.”

“Peki nasılsın şimdi?”

“Harikayım. Sadece boşanma işlemleri filan. Gerginim biraz.”

“Canım ya… Şaşırtıyorsun beni.”

“İstanbul’a gideceğim, adliyeye işte.”

“Çok merak ettim şimdi. Anlatsana biraz.”


Uzun uzun konuştuk. Son zamanlarda yaşadıklarımı anlattım. Anlatırken sanki arındım ve netleşti her şey. Rüzgâr’a anlatmak beni daha güçlü yaptı. O hem üzüldü hem sevindi. Beni anlamıştı. İstanbul’dan döndüğümde Ayvalık’a gelmeye karar verdi. İçeriden annem seslendi. Çerçeveletmek üzere Rüzgâr’la ikimizin birkaç fotoğrafını ayırmıştı.

“Dışarı çıkınca üç tane çerçeve al, Ferzancığım. Baksana, şunları asmak lazım. Yıllarca sandıkta kalmışlar.”

“Ben çıkıyorum zaten. Alırım.”


Bisikletçiye gittim. İkinci el bir bisiklet aldım kendime. Kırmızı cantlı, önünde sepeti olan, sevimli bir şey. Bisikletle Cunda’ya geçtim. Çok güzel sedefli çerçeveler buldum. Bir de iğne oyası küpe aldım. Hemen taktım kulaklarıma. Bir çift küpe ve bisiklet günün hediyeleri olmuştu bana. Bisiklete binmeye bayılırdım. Yıllar olmuştu binmeyeli. Çevirdim pedalları. Yol boştu. Ellerimi bıraktım. Bir kuş gibi özgürdüm.


Eve döndüm. Bisikleti bahçeye koydum. Rüzgâr’la ikimizin fotoğraflarını çerçevelere yerleştirip evin girişine, dolabın üstündeki duvara astım. Ertesi gün yolcuydum. Yemekten sonra annemle bana kahve yaptım. Anneannem kahve içmezdi.

“Evladım, iyice düşündün mü? Son defa soruyorum.”

“Anne lütfen, bu konuyu bir daha açmayalım.”


Ben gergindim. Anneannem ve annem üzgündü. Akşam pek konuşmadık. Gece yatmadan önce duşa girdim. Suyun altında öylece durdum. Sudan bile irkildiğim zamanlar geldi aklıma. Artık iyiydim. Yine de gerginliğim geçmediği için uyuyamıyordum. Ben de bütün gece defterime eski günleri yazdım. Çocukluğumu, Rüzgâr’ı...


Bir sonraki bölüm 14 Aralık Pazartesi...


Önceki bölümler...















YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.