Dilan’ın söylediklerini düşünerek uçağa bindim. Bir buçuk saat sonra Atina’daydım. Sintagma Meydanı’ndan tramvaya binip Paleo Faliro’ya doğru yola çıktım. Tren billur gibi bir denizin kıyısından sahil şeridi boyunca ilerledi. Otelimi buldum. Yerleştim. Akşam olmak üzereydi. Erkenden yattım.


Sabah bir keşif turuna çıktım. Sokakta Türkçe konuşanlar vardı. Yaşlı bir çifte elimdeki adresi sordum. Şarküteriyi işaret ederek sabuncakise sormamı önerdiler. İçeriye girdim. Tezgâhın arkasında altmış yaşlarında güler yüzlü bir adam bana bakıyordu. Türkçe biliyordu. Adresin ve ismin yazdığı kağıdı uzattım. Yunanca konuşarak kapının önündeki taburede oturan çırağını çağırdı. Çırak bana eliyle gel işareti yaptı. Beni mavi, demirden bahçe kapısı olan bir evin önünde bıraktı ve gitti. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ne yani, şimdi Adelpha’nın evinin önünde mi duruyordum?


Kapıyı çaldım. Kimse açmadı. Bir daha çaldım. Ayak seslerini duydum. Orta yaşlı, kumral bir kadın kapıyı açtı. Önce duraksadım sonra Türkçe konuşmaya karar verdim. Kadın Yunanca cevap verdikten sonra içeriye seslendi. On altı-on yedi yaşlarında bir oğlan geldi. Benimle İngilizce konuştu. Adelpha’nın torunlarını aradığımı söyledim. Adelpha’nın torunu Takis’in kiracısı oluyorlarmış. Türkiye’den geldiğimi, Adelpha’nın İzmir’den arkadaşının torunu olduğumu belirttim. Beni içeri davet ettiler. Genç çocuğun adı Christoper, annesinin adı Alesia’ydı. Kahve ikram ettiler. Sohbet ettik. Christoper Takis’i aradı. Benden bahsetti. Sonra beni marinaya, Takis’in yanına götürmesi gerektiğini söyledi. Kalktık. Adının Floisvos olduğunu öğrendiğim marinaya gittik. Christoper beni Takis’le tanıştırıp ayrıldı.


Takis’in ilk söylediği şey “Sen o fotoğraflardaki kız çocuğusun. Seni tanıyorum!” oldu. Uzun boyu, buğday teni, omuzlarına değen saçları ve iri gözleri vardı. Teknede oturduk. Çok az Türkçe biliyordu. İngilizce konuşuyorduk. Anneannemden bahsederken gözleri parlıyordu. Annesiyle babasının anneannemden gelen mektupları hâlâ sakladıklarını söyledi. O konuşurken onu yıllardır tanıyor gibi hissediyordum. Çok tuhaf, alışık olmadığım ama sıcacık bir duyguydu bu. Akşam yemeğini teknede yemeyi teklif etti. Gitmek üzere ayağa kalkmıştım. Başım döndü. Yaşadıklarımın hızına yetişmekte güçlük çekiyordum. Sendeledim. Beni kolumdan tutup oturttu ve kesinlikle gitmemem gerektiğini söyledi. Gülmeye başladık. Takis’in gözlerinin içine baktım. Derindi. Beni resmen içine çekiyordu. Bana neler olduğunu anlayamıyordum. Kolonya getirdi. Biraz kendime geldim. Teknesinde yemekleri kendisi yapıyordu. Bu akşam benim için mutfağa gireceğini söyledi. Ahtapot ızgara sevip sevmediğimi sordu. Çok sevdiğimi söyledim. Bana seramik bir kupada kırmızı şarap ikram edip içeri girdi. On beş dakika filan yalnız kaldım. Atina’nın güneyinde, elimde şarapla, bu sevimli teknede oturmuş, Takis diye bir adamın benim için ahtapot pişirmesini bekliyordum. İnanılır gibi değildi.


Takis kamaradan çıktı. Yemek hazırdı. Yemekte kaç doğumlu olduğumuz, anneannemin mektupları, İzmir, bugüne kadar neler yaptığımız… Her şeyden konuşmaya başladık. Benden yedi yaş büyüktü, mühendislik okumuştu, uzun yıllar çalıştıktan sonra küçük bir internet şirketi kurmuştu. Ofise arada bir gidiyordu. En yakın arkadaşını şirketin başına geçirmişti, kendisi dışarıdan destek veriyordu. “Sadece fikir üreterek ve problem çözerek yaşıyorum artık. Bunun için de ofise gitmeme gerek yok. Girişimcilik harika bir şey.” diyordu gülerek. Üç yıl önce ilk eşinden ayrılmıştı. Ben de boşanmak üzere olduğumdan bahsettim. Rüya’dan, Ayvalık’tan, reklam yazarlığından, bir dergiye Adelpha ile anneannemin hikâyesini yazacağımdan… On günlüğüne geldiğimi öğrenince hemen plan yaptı. Yarın beni annesiyle ve babasıyla tanıştıracaktı. Yani Adelpha’nın oğlu ve geliniyle. Anneannemin mektuplarını okuyabilecektim. Sonra tekneyle koyları gezmeye karar verdik. Daha doğrusu, o karar verdi. Ben uyum sağlıyordum. On günlük planını sevmiştim. Dedim ya, sanki yıllardır tanışıyor gibiydik. Gece beni otelime bıraktı. Sabah otelden alacağını söyledi.


Rüya gibiydi. Neler oluyordu? Neler hissediyordum böyle? Sadece iyi iletişim mi kurmuştuk yoksa daha fazlası var mıydı? Bunlara karar vermek için erkendi. O halde neden onu düşününce şımarık bir kız çocuğu gibi gülmeye başlıyordum? Tanrım, daha boşanmamıştım bile. Teknede konuştuklarımızı düşündüm. Sohbet ederken gözlerimin içine bakması, gülümsemesi, dikkatle dinlemesi, heyecanı… Takis’i düşünürken uyumuşum.


Sabaha karşı uyandım ama enerjim yerindeydi. Onun gelmesine daha birkaç saat vardı. Biraz atıştırdım. Hazırlandım. Lobiye indim. Takis geldi. Beraber annesiyle babasının yaşadığı eve gittik. Anatoli amca ve Charissa teyze bizi karşıladı. Denize bakan salonlarında camın önünde iki küçük koltuk duruyordu. Köşede çiçekler, sade bir avize, çiçekli kanepe örtüleri. Takis dün geleceğimizi haber vermişti. Birazcık Türkçe biliyorlardı. Takis’in tercümesiyle anlaştık. Charissa teyze beni arka odaya davet etti. Sandıktan mektupları çıkardı. Otelde okumak üzere mektupları ödünç aldım. Anatoli amcaya neler hatırladığını sordum. Türkçe konuştu. “Ben unuttum Türkçe’yi. Biraz biliyor.” Takis “Yunanca daha rahat anlatır.” dedi. Ben de defterimi çıkarıp Takis’in tercümesini yazmaya başladım.


“Ben iki yaşındayken Atina’ya göçmüşüz. İzmir’i hatırlamıyorum ama hep anlatılanlardan biliyorum. Yorgo yeni doğmuştu daha. İlkokula giderken okulda birkaç defa Türkiye’den geldiğimiz için dışlanmıştım. Eve ağlayarak döndüğümü hatırlıyorum. Annem okula gidip öğretmenle konuşmuştu. O da laf atan öğrencilerin velisiyle konuşacağını söylemişti ama bir şey değişmedi. Bir de babamın fotoğraf stüdyosunu taşlayanlar olmuştu. Buradaki İstanbullu komşularımız destek oldu bize. Sonra… Annem anneannene mektup yazarken ağlardı. Salonda oturur birkaç ayda bir mektup yazardı. Gelen mektupları da heyecanla okurdu. İzmir’in güzelliğini, komşularını özlemle anlatıyordu. Ölene kadar da anlattı. Babam da ‘Memleketimiz İzmir.’ derdi. Babam annemden on yıl önce öldü.”


Anatoli amcayı yormak istemediğimi söyledim. Duygulanmıştı. Kendini iyi hissettiğini söyledi. Charissa teyze bir fotoğraf albümü getirdi. Albümde Adelpha ile anneannemin bizde de olan bir gençlik fotoğrafı vardı ve hepsinin gençlik fotoğrafları… Onlara bakarken Anatoli amca anlatmaya, Takis tercümeye devam ediyordu. Ben not alıyordum.


“Yıllarca ticaretle uğraştım. Elimiz para görünce de annemin kirada yaşadığı evi hatıra olsun diye satın aldık. Babam öldükten sonra annem bizimle yaşamaya başladı. Artık yalnız yaşayamıyordu. Beraber idare ettik. Ben buradaki şarküterilere toptan kuru gıda getiriyordum. Takis’in işleri düzelince erken emekli etti beni. Bakın, bu annemle çocukların en güzel fotoğrafı…”


Fotoğrafta Adelpha teyze, Takis ve Elefteria mutfakta yemek yiyordu. Derken Charissa teyze konuşmaya başladı. Tercüme için Takis’e baktım.


“Adelpha anne dünya tatlısıydı. Gerçek annem gibiydi. Kahkahasını, yemeklerini, varlığını çok özlüyorum.”


Yemeğe kalmamızı istediler ama Takis planımız olduğunu söyledi. Kalktık. Daha buradaydım, yine gelecektim. Takis taze bir çiftmişiz gibi davranıyordu. Evden çıkarken, tekneye binerken hafifçe belimden tutuyor, baş başa kalmak için sabırsızlanıyordu. Yoksa bana mı öyle geliyordu? Ben mi öyle olmasını istiyordum? Sadece gerçek bir centilmenle mi karşılaşmıştım?


Tekneyle dipteki balıkların göründüğü koyları gezmeye başladık. Mayolarımızı giydik. Kendimizi sulara bıraktık. Eylül en sevdiğim aydı. Böyle yerler bu mevsimde yazdan daha güzel oluyordu. Ben bunu düşünürken Takis yüzerek yanıma geldi.


“Eylül buralara gelmek için en güzel aydır, doğru zamanda geldin.”


Şok oldum. Aynı anda aynı şeyi düşünmüştük. Önce durdum, ardından “Ben de tam bunu düşünüyordum.” dedim. Şaşırdı ve güldü. Yüzdüm, suyun yüzeyinde bir sandal gibi süzüldüm. Öylesine dinlendiriciydi ki… Sanki şu son birkaç yıl hiç yaşanmamıştı. Ne güzel bir karşılaşmaydı bu. Onun babaannesiyle benim anneannem ayrı düşmüş iki yakın arkadaştı. Hikâyelerimiz ortaktı. Biraz yüzdükten sonra tekneye çıktım. Uzandım, Eylül güneşi yakmıyordu, yüzümü güneşe doğru çevirdim, gözlerimi kapadım. Kendimi hayata bırakmıştım. Takis yanımda oturuyordu. Birlikte susabilmek de güzeldi. Sessizliği ben bozdum.


“İki-üç yıl önce sorsalar şu anda yaşadığım hiçbir şeyi tahmin edemezdim.”


İstanbul’daki bunalım yıllarını anlattım.


“Sen kasabalara, küçük yerlere aitsin. Büyük şehir insanı değilsin.”


Şaşırdım. Nereden anladığını sordum. Anlattıklarımdan, rahatlığımdan, giyinişimden, uzun saçlarımdan hatta gümüş takılarımdan anlaşıldığını söyledi. Beni bu kadar hızlı tanıyor olması hoşuma gitmişti.


“Sen de hiçbir yere ait değilsin.”

“Evet, sadece denize aitim.”

Vaktinin çoğunu teknesinde geçirdiği belliydi.

“Senin bir başarı hikâyesine ihtiyacın var.”


Yine düşündürmüştü beni, uzun süre de bu lafıyla düşündürecekti. Zeki bir adamdı Takis. Her söylediği zihnimde yeni kapılar açıyordu. Tespitini ilginç bulduğumu söyledim. Yemekte ne yiyelim diye sordu.


“Bilmem, ne önerirsin? Sana bırakıyorum.”

“Sen uzan, ben yemek hazır olunca seslenirim.”

“Çok zahmet oluyor ama.”


Kısa bir süre sonra yemek zamanı geldi. Kalamar, Yunan salatası ve çeşit çeşit meze vardı. Uzo içtik. Tatlı olarak da kadayıf yedik. Sonra şekerleme yaptık. Takis’le vakit geçirmek huzurluydu. Aylardır teknede yaşıyor gibiydim. Bu duyguyu üzerimden atamıyordum. Birkaç gün boyunca her gün buluştuk. Minik bir mavi yolculuk yaptık. Güneybatının bütün koylarını gezmiştik. Takis’in dediğine göre daha bitmemişti. Dilan geldi aklıma. “On günde Falirolu olacaksın.” Ben sadece birkaç günde olmuştum bile.


Bir sonraki bölüm 28 Aralık Pazartesi...


Önceki bölümler...



















Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.