O sabah şamanlı rüyamı düşünerek evden çıktım. Yollarda dolaştım. Ayvalık benim için biraz da çocukluğum demekti. Ne zaman daracık sokaklarında yürüsem bana o eski yılları hatırlatan bir şey görürdüm. Bazen bir arkadaşımı, bazen Rüzgâr’la oyun oynadığım bir sokağı, kapılarını çalıp kaçtığımız evleri, bisikletimi tamir ettirdiğim tamirciyi. Yıllardır şöyle tek başıma çıkıp yürümemiştim. Geldiğimden beri yaptığım en keyifli şeydi bu. Sabah kahvaltısından sonra uzun bir yürüyüş yapıyor ve geçmişe dönüyordum.


Çocukken günlerimiz sokakta geçerdi. Bahar geldiğinde sadece acıkınca eve girer, yemeği yiyip yine çıkardık. Babam Rüzgâr’la beni mutlaka 1 Mayıs yürüyüşüne götürürdü. 1995’te on altı yaşındaydım. Hiç unutmam, babam fabrikaya gitmeyi bırakmıştı. Neden gitmediğini sorduğumda “Grev var.” demişti. “Ne için?” diye sormuştum. “Haklarımızı almak için, köle gibi çalışmamak için.” diye cevap vermişti. Uzun uzun sohbet etmiştik. Grevin anlamıyla, dünyanın nasıl bir yer olduğuyla ilgili fikirlerim o zamanlar yeni yeni oluşuyordu. Evde babama özenip harçlığıma zam istemiş, alamayınca greve başlamıştım. Çayları koymuyor, kimseye kahve yapmıyordum. Babam bu eylemime çok gülmüştü. Birkaç günün sonunda harçlığımı artırmıştı. “Çocuk işçi çalıştırıyorsunuz ama neyse.” diyordum gülerek. Babama dair hatırladığım birkaç anıdan biriydi bu. Ergenlik çağında bizim evde kavgalar filan olmadı. Ne annemle ne babamla atıştım. Kapılar çarpılmadı, eşyalar fırlatılmadı. Belki bu yüzden büyüyemedim. Bu yüzden eve dönmek istedim. Galiba hayatla olan kavgamı son iki senede verdim ve sonunda eve, ailemin yanına döndüm. Yarım kalmış bir döngüyü tamamlamak için. Çocukluk günlerimi düşünmek bana iyi geliyordu. Sanki bir kaza geçirmiş, hafızamı kaybetmiştim. Hayatımı geriye sarmak, tek tek her şeyi hatırlamak istiyordum. Bütün anılarımı, bende yeri olan şeyleri, eşyaları, insanları.


Çocukluğum aklıma geldiğinde bende en çok iz bırakan insan amcamdı. Süreyya amcam. Babamdan yirmi yaş küçük, benden dokuz yaş büyüktü. Abim gibiydi. Elinden her iş gelirdi. Çok yaratıcıydı. Meslek lisesinden sonra askere gitmiş ve çalışmaya başlamıştı. Marangozluktan, taksiciliğe her işi denemişti. Kırık dökük bir eşyayı, estetik ve işlevsel bambaşka bir şeye dönüştürebilme yeteneği vardı. Evimizin dış duvarlarında hâlâ onun yaptığı aplikler asılıydı mesela. Ancak bir işte dikiş tutturamıyordu. Bir türlü mutlu olamıyordu. Bu dünyaya sığamıyordu sanki. Kendimi biraz ona benzetiyordum. O da aradığını bulamamıştı. Evlenmiş, iki çocuk sahibi olmuştu. Hâlâ ailenin yaramaz çocuğuydu. Başı dertten kurtulmazdı. İşsiz kalınca halamla eniştemden yardım isterdi. Onlar da ellerinden geleni yapıyordu. Amcama iş buluyor, para veriyor, destek olmaya çalışıyorlardı. Yıllarca sürdü bu. Amcamın ruh hali, en derinlerinden gelen yaratıcı arzuları bir işte tutunmasını engelledi. Ağır bir bunalıma girdi. O zamanlar ailecek Söke’de yaşıyorlardı. Arada bir görüşüyorduk. Kimse kendine zarar verebileceğini aklına bile getirmemişti. Otuz dokuz yaşında hayatına son verdi. Büyük bir şok yaşadık. Birkaç yıllık evliydim. Rüya küçücüktü. Süreyya amcamı hiç unutmadım. Benim çocukluk kahramanımdı.


Amcam yengemle evlenmeden önce yaz tatillerinde bizde kalırdı. Birlikte pazara giderdik. Her seferinde başka bir macera yaşardık. Amcam, Rüzgâr, ben. Bisikletlere atlar, vururduk kendimizi yollara. Ayvalık bu sefer karşımıza ne çıkaracak diye heyecanla asılırdık pedallara. Bir defasında eve bir tavşanla döndük. Pazardan. İsmini Fidel koymuştum. Rüzgâr’la aylarca baktık ona. Büyüdü, büyüdü, kocaman oldu. Evde ne bulsa kemiriyordu. Annem bir gün Fidel’in artık gitmesi gerektiğini söyledi. Hiçbir şey diyememiştim. Amcamla onu bir tavşan çiftliğine, onun gibi kırmızı gözlü tombik tavşanların arasına bıraktık. Onu öyle arkadaşlarıyla görünce sevinmiştik aslında. Eve içimiz rahat dönmüştük. Amcamla her şey çok güzeldi. Hayatımı değiştirmeye çalıştığım bu zor günlerde yanımda olabilseydi beni en iyi o anlardı. Onu çok özlüyordum.


Çocukluk uzun bir süreçti. Kaç yaşında büyürdü insan? Belki büyüme biten bir şey değildi. Hatta belki artık büyümeden yaşlanıyorduk. Yetişkin görünümlü çocuklar oluyorduk. Büyümek lazımdı. Bir yetişkin olmadan büyümek mümkün müydü? Yetişkinlik çok sıkıcıydı. Hayatla mücadele ederken yetişkinler dünyasına tam da uyum sağlayamamak sağlıklıydı bana kalırsa. Biraz dışarıda kalmak ama çocuk kalmamak. Çocukluğa dair güzellikleri öldürmeden hep meraklı olmak mesela. Ben tüm bunları yapabilmiş miydim? Pek sayılmaz. Çetin’le birlikte yetişkinler dünyasına dahil olmuştum. Güzel olan orada kendime bir yer bulamamıştım. Dağılmıştım. Belki de ikisinin arasında başka bir yer vardı. Benim ait olduğum bir yer. İşte ben o yeri arıyordum. Yetişkin olmadan büyüdüğüm, çocuk kalmadan çocuksu davranabildiğim, arafta bir yer. Orayı bulduğumda bunu anlayacaktım.


Çocukken korkusuzduk. Bilmediğimiz sokaklara girer, kaybolurduk. Sonra sadece bildiğimiz yollardan gitmeye başladık. Sanırım en çok bu zedeledi bizi. Annemin çantasından gizlice para çalardım. Sanki istesem vermeyecekti. Heyecan olsundu işte. Bir ekibimiz vardı. Daha doğrusu çetemiz. Atlardık bisikletlere Ayvalık’ı baştan başa gezerdik. Bizi tanırlardı. Beş kız çocuğuyduk. Neredeydiler şimdi? Facebook’tan ne güzel bulmuştuk birbirimizi. Ben geçen yıl bütün sosyal medya hesaplarımı kapatmıştım. Arkadaşlarımla bile görüşmediğim o karanlık kuyu dönemiydi. Hiç kimsenin sözde mutlu hayatını seyretmek istemiyordum.


Çocukken okuldan gelince çantalarımızı eve atar buluşurduk. Okul formalarımızı bile çıkarmazdık üzerimizden. Sokakta yaşardık. Akşam eve gittiğimde annem beni hemen banyoya sokardı. “Bu halde ne eve ne yatağa giremezsin Ferzan.” Bana annem banyo yaptırırdı. Termosifon vardı o zamanlar. Belime gelen saçlarımı zeytinyağı sabunuyla yıkardı. “Başka türlü arınmaz bu saç.” Vücudumu köpük köpük liflerdi. Sıcak suyu bir dökerdi, çığlığı basardım. Banyo buhar içinde kalırdı. Sonra anneannem nöbeti devralırdı. Bir tasa su doldurur, tarağı içine batıra batıra tarardı saçlarımı. Düğüm olmuşsa canım acırdı. Bir keresinde anneannem düğümü açamayınca sinirlenmiş, saçlarımı omuz hizamda kesivermişti. Nasıl da ağlamıştım.


Çocukluğumu güzelleştiren bizimkilerdi. Kalabalık bir aileydik. En büyükleri annemle babam olduğu için bayramlarda bizde toplanırdık. Sofralar kurardık. Mutfakta Girit yemekleri pişerdi. Hatıralar anlatılırdı. Biz çocuklar bahçede koşturur veya karnımızı doyurduktan sonra sokağa çıkardık. Ben büyüdükçe sofrada daha uzun oturur olmuştum. Anneannem o zamanlarda da anlatmayı pek sevmezdi. Babam dedemden dinlediği Girit hikâyelerini, gençlik anılarını anlatırdı. Babaannemle dedem de olurdu sofrada. Onlar Cunda’da otururdu. Dedem işçiydi. Babamla dedem uzun yıllar aynı fabrikada çalışmışlardı. Babaannem ev hanımıydı. Dantel örüp komşularına satardı. Ben üniversiteye başladığımda babaannemle dedemi arka arkaya kaybettik. Babaannem yetmiş iki, dedem yetmiş beş yaşındaydı. Anneannemin şimdi doksan sekiz yaşında olduğunu düşününce, onlar gençti.Rüzgâr’la beni anneannem büyüttü. Ailenin ilk torunu bendim. İkinci torunu Rüzgâr. Şanslı çocuklardık, sevgi dolu, kalabalık bir ailede büyümüştük. Anneannem o zamanlar kendi evinde yalnız yaşayabiliyordu. İyice yaşlanınca annemin yanına taşındı. Kendi evini de Ayvalık’a gelen turistlere eşyalı kiralamaya başladı.


Bir bayram günü yine hep beraberdik. Ben lisedeydim. Yemekte hortalar, zeytinyağlılar, börekler vardı. Babam, eniştem ve dayım rakı içiyordu. Babam başladı anlatmaya.


“Bir gün yine iş bırakma var. O zaman Ferzan on iki, on üç yaşlarında. Bizim Hasan işsiz. Gel dedim, çilingiri kuralım. Burada, bahçede kurduk sofrayı. Hanım da valideye gitmişti. Evde ne varsa, ot kavurmasıyla açtık akşamı. Sabaha kadar kaç şişe içtik Hasan?”

“Abi, valla iki büyüğü yavaş yavaş diktik. Hiç de bir şey olmamıştı. Zıpkın gibiydik.”

“Sonra içeriye geçtik. O bir divana, ben bir divana. Sabah uyandığımızda Ferzan bize bir kahvaltı hazırlamıştı, şapkanız uçar. İşte o kahvaltının tadını unutamıyorum.”

Babam kadehini bana kaldırmıştı. Çok utanmıştım. Sonra herkes “Ferzan’a o zaman.” diyerek kadeh kaldırdı. Mahcubiyetle karışık bir mutluluk yaşamıştım. Akşam sofra uzayınca izin isteyip kalktım. Bizim çeteyle buluşmuş, bisiklete binip sokak sokak dolaşmıştık.


Yıllar sonra yine bilmediğim sokaklara girdim. Dolaştım. Lokantalar, taş evler, hobi dükkânları, kafeler, butik oteller vardı. Birçok büyük mağaza açılmıştı. Bir an çocukluğumdaki Ayvalık’ı özledim. Keşfedilmeden önceki halini. Bir baktım yine geçen günkü Horta Kafe’nin sokağına çıkmışım. Oturdum. Çay söyledim. Defterim yanımdaydı. İstanbul’da aldığım notlara baktım. Yaptıklarımın yanına tik attım.


Ayvalık sokaklarında kaybol (tik)

Evin bahçesinde rakı iç (tik)

Annenle beraber yemek yap


İki tanesine işaret koyabilmiştim. Şimdilik. Ayvalık’ta neredeyse bir haftam dolmak üzereydi. Yakında annemle yemekler yapardık. İki çay içip kalktım. Annem enginar ve kuzu eti siparişi vermişti. Çocukken de cebimde hep bir alışveriş listesi olurdu. Alıp bisikletin sepetini doldururdum. Bazen ağırlıktan zor sürerdim bisikleti. Bugün de tıpkı çocukluğumdaki gibi siparişleri alıp evin yolunu tuttum. Yalnız eksik bir şey vardı. İlk fırsatta bir bisiklet almalıydım.


Bir sonraki bölüm 7 Aralık Pazartesi...


Önceki bölümler...











YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.