Kanseri nasıl yendim? - 2. Bölüm
Biliyorsunuz, kanserin pek çok farklı türü ve her birinin de farklı tedavi protokolleri var. Lösemide, bağışıklık sistemim çok zayıf olduğu için hastanede olduğum dönemde hatta evde de uzun süre ailem dışında kimseyle görüşemedim. Çok hareketli bir sosyal yaşama sahiptim, düşünün, hastaneye bir anda o kadar çok arkadaşım gelmiş ki, benim ünlü olduğumu düşünenler olmuş.
Bir anda o büyük kalabalıklardan yalnızlığa geçiş yapınca ilk başlarda bana bu durum çok zor geldi. Dürüst olmam gerekirse, ilk başta hastalığın kendisinden daha çok bu durum üzdü. "Nasıl olacak? Şimdi hayatımdan herkes gidecek" diye düşündüğüm anlar oldu. İnsanlarla bir arada olmak bana o kadar büyük keyif veriyor ki, kendimle kalacağım düşüncesi beni ürküttü. Hayatımın bazı dönemlerinde sessizlik, tek başına kalmam, iç sesimle baş başa kalmam anlamına geldiği için çoğunlukla kaçmak istediğim birşeydi. Yalnızlık, bana bunaltıcı geliyordu. Ama hiç düşündüğüm gibi olmadı, kendim, ailem ve arkadaşlarımla çok daha derin ilişkiler kurmaya başladım. Bazı ilişkilerim de detoksa uğradı. Kendimi çok daha rahat ve net ifade etmeye başladım. Kanser bir nevi “doğruluk şerbeti” oldu, hem kendime karşı dürüst olabildim hem de etrafımdakilere karşı. Dr. Brene Brown, Mükemmel Olmamanın Hediyeleri kitabında şöyle der:
“Sessiz bir duygusal açıklık yaratmaya yetecek kadar uzun durduğumuzda, yaşamlarımızın hakikati her durumda bize yetişecektir. Kendimizi, yeterince faal olur ve hareketi devam ettirirsek, gerçeğin yetişemeyeceğine ikna ederiz. Dolayısıyla, kimi zaman ne kadar yorgun ve korkmuş ve şaşkın ve boğulmuş hissettiğimiz konusunda hakikatin önünde kalırız.”
İşte ben de sessizliğin ve kendimle olmanın getirdiği hakikatleri daha rahat görebilmeye başladım.
Tanıştırayım, Mahmut
İşte, ilk günlerde yalnız mı kalacağım endişelerini taşırken hastanede yeni bir arkadaş edindim: Mahmut. Martı Mahmutcum, camıma geldi ve biz de onu hemen besledik. Ertesi gün bir baktık yine gelmiş, sonra yine, derken Mahmut her sabah aynı saatlerde camıma gelip tıklamaya başlamaz mı?! Mahmut sabahçıyken, öğleden sonraları da güvercinler devraldı. Bir anda "kuşlara fısıldayan kadın" haline geldim. Benim için sabah kalkıp ilk önce Mahmut’un sonra da güvercinlerin beslenmesi yeni rutinim, amacım haline gelmişti. Böyle dönemlerde bir amaca sahip olmak, bu ister kuşları beslemek olsun, ister bir dizinin tüm sezonlarını bitirmek, o sürecin bir nebze de olsa daha kolay geçmesini sağlayabilir.
Keyif aldığınız anılarınızı yazabilirsiniz
Sevgili doktorum Gözdem Özdem, bir gün yanıma, elinde rengarenk bir sürü kağıt ve kalemle ve de şahane bir öneriyle geldi: Keyif aldığım anıları yazmak. Ne yazdım ne yazdım, ne de çok varmış da hatırlayınca ne mutlu oldum... Zaten hastaneyi elişi dersliğine çevirmek gibi bir huyum olduğundan benim için tam nokta atışı bir öneri oldu. Bir hastalık olsun olmasın, huzur bulduğumuz, mutlu olduğumuz anılarımızı hatırlamak hepimize iyi gelebilir. Siz de denemek isterseniz, renkli kağıtlar kullanmasanız da olur, bir deftere yazabilirsiniz, sevdiğiniz birine anlatabilirsiniz, o anıyı paylaştığınız arkadaşınızı arayıp o günü beraber anabilirsiniz, yöntemini kendinize göre kurgulayabilirsiniz. Ben anıları yazdıktan sonra, cebimle fotoğrafını çekip, o anıyı paylaştığım arkadaşlarıma atıyordum. Bu fotoğraf da onlardan biri.
Bağış yapabilirsiniz
Ben kendimce karınca kararınca bir yerlere destek olmaya çalışan biriyim, bunları her zaman paylaşmaktan yana değilim ama bazen hepimiz günün telaşına kapılıp gönlümüzden geçse de atlayabiliyoruz. Kanser teşhisini aldıktan hemen sonra tam bir hafta kesintisiz süren bir kemoterapi aldım. Belki bazılarınız batıl inanç olarak yorumlayabilir, ama ben hastalandığımda, bir kaza atlattığımda, hayatımda bir sorun olduğunda veya bir kutlama sebebim olduğunda, şükran duyabilmek ve evrende varlığımın ne kadar küçük olduğunu kendime hatırlatmak için küçük de olsa bir bağışta bulunurum. İlk yedi günlük kemoterapimin geçmesinden sonra da kutlamak için Aynsoupkitchen adında Kamboçya’daki bir aşevine yemek ısmarlamıştım. Merak edenler Google’dan bakabilir, bu aşevinin ve kurucusu güzel yürekli insanın hikayesi de bambaşka.
Zamanın çabuk geçmesi ve aklınızı dağıtmak için
Kitap okuyun, dergi karıştırın, bu dönemde izleyebileceğiniz uzun sezonlu dizileri takip edin, yan yana gelmeniz mümkün değilse bile arkadaşlarınızla haberleşin. Örneğin, biz zamanın daha keyifli geçebilmesi için hastanenin bazı rutinlerini oyun haline getirmiştik. Hastanede, her gün içtiğim sıvıları bir kağıda yazmamız gerekiyordu. Biz de her sabah aramızdan bir şanslı (!) kişiyi sıvı listesini hazırlamak için seçiyorduk. “Sen ne çizdin”, “dur benimkine daha bakma”, “Dün sen yaptın, ben yarın yapayım” derken, sıvı listesi başlığı bizim aile içinde bildiğiniz bayağı serbest piyasa rekabetine döndü.
Öyle, böyle derken günler bazen yavaş, bazen hızlı geldi, geçti ve ben sizlere hikayemi anlatacağım bugüne geldim. Bu yaşadıklarımın her biri Deniz’in bir parçası, sizlerden iki haftadır çok güzel mesajlar ve yorumlar alıyorum, çok teşekkür ederim. Bir kişiye dahi dokunabilsem, şu hayatta daha ne isterim, bilmiyorum. Nietzsche’nin bir şiirinde çok sevdiğim bir bölüm vardır. Bugün bu yazıyı yazarken aklıma takılmıştı, paylaşmak istedim.
“Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin.
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin.
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.”
Sevgilerimle, mutlu haftalar
YORUMLAR