Şu ara piyasanın en çok izlenen Marvel dizilerinden biri olan Punisher’ın 3. sezonunun Netflix tarafından yayınlanmayacağı konuşuluyor. Bu da Marvel-Netflix arasında ciddi bir sorun olduğu yönünde şüphe uyandırıyor ve kafalara ister istemez anlamlı/anlamsız sorular düşüyor.


Dizinin reyting yüzünden değil, başka sebeplerle iptal edildiğini dile getiren yetkililer iptal kararını aklayacak bir açıklamada bulunmuyorlar. Peki, 3. sezon gerçekten reyting nedeniyle mi riske girdi?


Sebebinin rekabet olduğu gün gibi ortada. IPTV’ler arasında büyük bir yarış var, bu da şu demek oluyor: Aynı futbol topunun peşinden koşar gibi, popüler içerik peşinden koşmak!


Disney’in yüzde 60 hissesine sahip olan Hulu, süper kahramanları yeniden canlandırmak adına girişimde bulunuyor ama burada biraz durmak lazım, çünkü bunun Türk izleyiciler için faydası yok. Hulu henüz Türkiye’de gösterime açılmadı. Rekabet nedeniyle gerçekten kırmızı kart ile oyundan atılıyoruz ve bunun için de şimdilik geçerli bir çözüme sahip değiliz. Ucu yine izleyiciye dokunuyor!


Nasılsa süper kahramanları izlemekten sıkıldık, artık ekranları süslemesin diyenler de var, ancak süper kahramanlar hala geniş bir hedef kitleye hitap ediyorlar. Bunu yadsıyamayız.


Yani kısaca, “içeriği kim en çabuk kaparsa o alır” mantığı hâkim, empati kurulamadığı için de seyircinin ne hissettiğinin önemi kalmıyor.


İkinci sezonda neler oluyor?

The Punisher” hakkında gerekli bilgileri paylaştıktan sonra sırada ikinci sezonun değerlendirmesi…


“Punisher”ın ikinci sezonu çok yavaş bir şekilde başladı ve ilk iki bölüm gerçekten de hiç beklenildiği gibi değildi, çünkü “Punisher”ın mantığından oldukça uzaktaydı. Uzun süredir sessizliğe gömülmüş olan Frank, nam-ı diğer Punisher, bildiğiniz üzere beladan uzak duramayan bir cezalandırıcı ve kendisini şiddetten uzak tutamıyor; bunun en büyük sebebi de adaletsizlik! Nerede adaletsizlik görürse oraya koşuyor ve kendini ateşin ortasına bırakıyor, hem de hiç sorgulamadan…


İkinci bölümün odağında genç bir kız var ve bu kız bize “Leon” filmini çağrıştırıyor. Baba-kız ilişkisini yansıtan dizi, Frank’in geçmişi ile bugünü ortak paydada birleştiriyor. Bir tarafta ailesinin gözleri önünde öldürülüşünün etkisinden kurtulamayan Frank’in trajik hayatı, diğer tarafta da sorunlu genç kızın yaşadıkları… İşte bu sıkıntılı durum Frank’in kaderini belirliyor ve Frank giderek duygusallaşıyor. Hatta bazı zamanlar ağlıyor bile… Onu ilk sezonda hiç böyle görmemiştik.


Sert adamı birden bu sezonda yumuşatmaları pek makul olmadı, yavaş yavaş bir dönüşüm geçirmiş olsaydı seyirci için daha anlamlı olacaktı. Peki, neredeyse her bölümde gülmesine ne demeli? Son zamanlarda süper karamamaların komedi sosuna bulanarak önümüze servis ediliyor oluşu “Punisher” dizisine de sirayet etmiş olsa gerek ki, daha fazla komedi unsurunu beraber harmanlayacağız diye karakteri tamamıyla farklı bir şekilde işlemişler.





Maske sadece bahane!

Bu minik olumsuz detaylar dışında ikinci sezonun birinci sezona oranla, daha ilgi çekici olduğunu söylemekte yarar var, zira psikolojik hesaplaşmalar, içsel yenilenmeler, pişmanlıklar ve yeni kimlik arayışları seyircinin heyecanını ikiye katlıyor. Bilinmezliklerden doğan ve anlamlarını sorgulamak için beyin fırtınası yaptığımız karakter çözümlemelerinin hikâyenin içinde önem kazanması dizinin belkemiğini oluşturuyor. O çözümlemelerin altında yatan nedenler ise oldukça iç karartıcı ve burkucu! Maske takan karakterler her ne kadar güçlü olduklarını iddia etseler bile maskelerini çıkarttıkları zaman gerçek yüzleri ile karşılaşıyoruz. Aşamadıkları sorunlarını geçmişten bugüne taşıyan karakterler sürekli birbirlerini suçlayarak öfkelerini birbirlerine aktarmaya çalışıyorlar ve bunu yaparlarken de intikam ile dolup taşarak, kendi pişmanlıklarından ve yüklerinden kurtulmaya çalışıyorlar. Bu karakterlerin en yıpranmışı ise birinci sezonun sonunda öldü sandığımız Billy!


Billy oldukça kötü biri ama bu sezonda bir nebze de olsa yaptıklarının farkına varıyor, bunun sebebi de ona daha önce hiç değer vermemiş insanların varlığını unutturan Doktor Krista… Krista da en az onun kadar yaralı bir ruh, ama hastalarına ikinci bir şans tanıyor. Acaba hastalarına mı, yoksa kendine mi ikinci şans tanıyor? Mazide yaşadıkları yüzünden Billy ile oldukça iyi anlaşıyor ve hatta kendisine birçok konuda ilham oluyor.


Hafızasını yitiren Billy

Hafızasını yitiren Billy en başlarda hiçbir şey hatırlamıyor, ancak ilerleyen zamanlarda ezeli düşmanının Frank olduğunu hatırlamaya başlıyor ve Frank’i ana hedef haline getiriyor. Tabi Frank da Billy’nin ölmediğini öğrenince kendini o duruma hazırlıyor, fakat bu sefer hem yanındaki genç kızın başına gelen düğümü, hem de Billy meselesini çözmek zorunda. Yani iki bela aynı anda ayaklarına dolanmış oluyor.


Yalnız bir konu bizi rahatsız ediyor o da şu: Billy’nin suratında deformasyon bozukluğu olduğundan ötürü Doktor Krista ona zihninde istediği bir maskeyi tahayyül etmesini ve o maskeyi istediği gibi boyamasını söylüyor, ortaya çıkan maske haliyle aklımıza “La Casa De Papel” dizisini getiriyor, bir de Billy’nin soygun yapmasını hikâyeye ekledik mi, tamamdır!


Stockholm sendromu etkisi yaratan “Punisher” aslında birçok önemli diziden ve filmden esinleniyor, bu zaman zaman problem yaratsa da hikâyedeki dramatik, aksiyon ve gerilim sahneleri arasındaki denge seyre değer bir ortam hazırlıyor. Dizinin psikolojik bir tabana ayak basıyor oluşu, onu sıradan süper kahraman dizilerinden ayırıyor ve klişelerden uzaklaştırıyor, eğer sadece aksiyonu ön plana alsaydı dizinin kalbinde büyük bir kurşun deliği oluşurdu.





Karen Page karakterini gözlerimiz aradı

Süper kahraman dizilerinde belirli bir zeminin üzerinde çalışmak zordur, çünkü beş aşağı beş yukarı anlatılanlar benzerdir, “Punisher” da bunlardan nasibini alıyor, fakat anlatım tekniği ve sağladığı atmosfer seyircinin bazı şeyleri daha fazla düşünmesine ve etkilenmesine neden oluyor. Bu da haliyle, seyirci adına yapılmış en doğru eylem!


Diziyi boş boş izlemek yerine, hikayedeki argümanlara konsantre olmak ve yollarını kaybetmiş karakterlerin kendilerini yeniden bulmalarını izlemek onlara bağlanmamızı kolaylaştırıyor. Karakterlere yardım etmek istediğimiz anların olduğunu da eklemek gerek. Kötü kalpli karakterleri de seviyoruz dersek ne düşünürdünüz bilmiyoruz ama o karakterler bizi öyle sımsıkı bir biçimde himayeleri altına alıyorlar ki istesek bile ligi terk edemiyoruz.


Günahkârlığı ve dini metaforları hikâyenin bir ucuna iliştiren dizi, cezalandırılma mevzusunu ve ciddiyetini tartışarak baskının insan hayatındaki rolünü karakterler üzerinden anlatıyor ve onları uzaktan seyrediyor sanki…


Tabii de şu var: “Daredevil”in en önemli karakterlerinden biri Karen Page’in sadece tek bir bölümde yer alışı maalesef akışa biraz gölge düşürüyor. Tam Frank’in en zayıf olduğu zaman birden ortaya çıkan Karen Page, Franke’e aklını başını getirmek için elinden geleni yapıyor ama “Acelem var Frank, çabuk ol, gideceğim” dercesine gözlerimizin içine bakıyor. Keşke hikâyenin asıl parçalarından biri Karen olsaydı.


Sonuç olarak, “Punisher” adalet sistemindeki çatlakların giderek çoğaldığını, adaleti sağlamak için polislerin yetersiz geldiğini, eski ve klasik metotların işe yaramadığını ortaya koyuyor. Bazen şiddete şiddetle karşılık vermezsek, olayların giderek daha karmaşık hale geleceğinin sinyallerini veriyor. Yapılan yanlışlar en baştan düzeltilmediği takdirde, ileride onları düzeltmenin neredeyse imkânsız olduğuna dikkat çekiyor ve kötülüklerden arınmanın yolunun içimizdeki karanlıkları serbest bırakmak olduğuna inanıyor. O zaman bize ağır gelen hislerden kurtulmuş ve arınmış oluyoruz.


Yazı: Arzu Çevikalp

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.