Fantastik edebiyatın son yıllardaki en parlak örneklerini yaratan genç yazar çifti duymuş muydunuz? İran asıllı Tahereh Mafi 28 yaşında; başörtüsü, rengârenk ojeleri ve kendi tasarımı olan çılgın ayakkabılarıyla dikkat çekici bir tip. 36 yaşındaki eşi Ransom Riggs ise az konuşan, çekingen görünümlü bir genç adam; son yıllarda kazandığı şöhret sanki en çok onu şaşırtmış. Instagram hesaplarından takip ettiğim kadarıyla, ya İspanyol tarzı inşa edilmiş, pencereleri asma yapraklarıyla kaplı evlerinden çıkmayıp habire yazıyorlar ya da dünyayı geziyorlar, ama iki durumda da hep birlikteler. (Geçen yıl uzunca bir tatil için Türkiye’deydiler.)


Ransom Riggs’in romanı, “Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları” , ünlü yönetmen Tim Burton’ın sinemaya uyarlayacağını açıklamasından sonra kitabı özel baskıyla, ciltli olarak yeniden yayınladı. Riggs, “Bizim dünyamızda geçen ama tanımadığımız bir başka dünyayla da bağlantı kuran hikâyeleri, bu ikisi arasına gizlenmiş kapıları aralamayı seviyorum” diyor. “Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları” da tam böyle bir hikâye anlatıyor. Dünya onların olsun isteyen ve yaratıcılıklarını sadece kötülük konusunda çalıştıran sıradanların, sıra dışı yetenekleri olan bir grup mülteci çocuğu yok etme çabası... “Sıra dışı” lafı sizi yanıltmasın, doğaüstü güçlerden değil parıltıdan; her insanı farklı ve özel kılan küçük yeteneklerden bahsediyorum. Gelin görün ki, bu kitabın kötüleri birörneklikten hoşlanıyor, herkes birbirine benzesin, dünya parıltısız kalsın istiyorlar; varlıklarını sürdürebilmelerinin tek yolu bu. Bayan Peregrine ise savaştan ve bin türlü beladan kurtardığı çocukları korumak için ince bir plan yapıyor ve kötülüğün uzanamayacağı tuhaf ve güzel bir dünya yaratıyor.


‘SİZİ ANLAYAN TEK KİŞİ VARSA, BU BİLE YETER’

Tahereh Mafi ise Dex Yayınları’nın “Bana Dokunma”, “Beni Bırakma” ve “Beni Yakma” adıyla yayınladığı üç romanın yazarı. 20th Century Fox’un film haklarını aldığı bu fütüristik distopya serisi, uzun savaşların ardından kötülerin hâkim olduğu bir yer haline gelen dünyamızda geçiyor. Kahramanı Juliette’in vücudu bir gün esrarengiz bir şekilde zehir üretmeye başlıyor ve ona her kim dokunursa, ölüyor. Bu dünyada Juliette’e sunulan iki seçenek var: Ya öldürülecek ya da yeni düzenin tek silahı olacak.


Mafi, “Önce sesini kaybeden, ardından kimliğini terk etmeye zorlanan bir karakter yaratmak istedim. Bu arada birçoklarının da kulağını çınlattım. Tabii dünyaya ve başkalarının dertlerine öyle kapalılar ki kulaklarının niye çınladığını fark etmemiş olabilirler” diyor. Fark edenler olmuş ama. Romanın ilk imza gününde muazzam bir izdiham yaşanmış ve 10 bin genç okur, yazdıkları mektupları yazara bırakmış. “Hepsi çok etkileyiciydi. Benim hissettiklerimi dile getiriyor; kendilerine benzer kişilerle tanışmak, arkadaşlık etmek istediklerini ve çok yalnız olduklarını anlatıyorlardı. Kendi imza gününde hüngür hüngür ağlayan tek yazar benim herhalde.” Ama bu acıklı bir yazı değil, çünkü Tahereh Mafi “Neyse ki çok şanslıyım” diye devam ediyor, eşi Ransom Riggs’e bakarak. “Yanınızda sizi anlayan tek bir kişi varsa, bu bile yeter aslında.” Riggs’e gelince; eşine tek kelimeyle hayran. “Tahereh, tanıdığım en iyi yazar. Kusursuz bir üslubu var, şiirsel ve incelikli” diyor.


‘Bu bir aşk hikâyesiydi, tutucu davranamazdım’

“Bana Dokunma”nın görünümü, özgüveni ve kendine has üslubuyla çok sevilen yazarı Tahereh Mafi anlatıyor...


Genç yazarlar niçin en çok distopya türünde romanlar yazıyor?

Bence başka bir şey yazmak için yola çıkıyorlar ama sonunda ortaya hep distopyalar çıkıyor; zamanın ruhuyla alakalı olmalı. Ben de ne distopya yazacağımı ne de romanımın paranormal unsurlar içereceğini bilmiyordum. Zihnimde sadece yalnız ve kederli bir kız imgesi vardı. Kim olduğunu, nereden geldiğini, neyle mücadele ettiğini bulmaya çalıştım ve hikâyemi bu yöntemle oluşturdum.


Herkes üçüncü kitabınızın 62. bölümünü konuşuyor. “Ateşli” sahneleri yazmak zor oldu mu?

Hayır, hiç zor olmadı. Bu bir aşk hikâyesiydi sonuçta ve karakterlerimin yakınlaşması konusunda tutucu davranamazdım. Yazarken kendinizi kısıtlamamalı, içinizden geldiği gibi yazmalısınız. Ama şu da var: Yanlış bir şey yaptığınız duygusu taşıyorsanız, ne kadar çabalarsanız çabalayın, ortaya iyi bir şey çıkmaz. O dediğiniz bölümleri yazmasam olmazdı, çünkü karakterim için temas hayati önem taşıyordu. Juliette 17 yaşında bir genç kız, hormonlarının deli gibi çalıştığı bir yaşta. Âşık olmak, sevilmek istiyor ama bu imkânsız bir hayal, çünkü vücudu zehir saçıyor ve ona dokunan herkes ölüyor. Genç bir kız için biriyle el ele dolaşmanın, öpüşmenin imkânsız olması nasıl bir şey, düşünsenize. Bu karakteri yazarı olarak bir de ben mi yalnız bıraksaydım?


Karakterlerinizi yaratırken gerçek kişilerden mi esinlendiniz?

Sadece Juliette değil, Adam ve Warner için de soruyorlar bu soruyu. Ama hayır, sadece Kenji gerçek. Dört erkek kardeşim var, zeki, komik ve tatlı çocuklar. Juliette bu dünyada o kadar da kimsesiz olmamalıydı, bir kardeşi olsa başına gelenlere daha kolay katlanabilirdi. Böylece ona erkek kardeşlerimden birini ödünç verdim ve ortaya Kenji çıktı.


20th Century Fox şirketi romanınızın film haklarını satın aldı. Hangi oyuncular rol alsın isterdiniz?

Hiçbir fikrim yok. Karakterlerimin neye benzediğini ben bile tam olarak bilmiyorum ki. Romancılığın en güzel yanı bu. Tamamen belirsiz bir hikâyeyi yaza yaza oluşturuyor, karakterlerinizin birçok özelliğini yazdıkça keşfediyorsunuz. Juliette’in dış görünüşünü tüm ayrıntılarıyla ben de bilmiyorum. Bildiğim her şeyi zaten yazdım, kalanı da okurun hayal gücüne bıraktım.


100 yıllık fotoğrafların ilham verdiği roman

Elimden bırakamadan, soluk soluğa okuduğum “Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları”, öncelikle bir macera romanı ama zaman yolculuğu içermesinden dolayı bilim kurgu, biçim değiştirme, görünmezlik, uçma ve benzeri unsurlardan dolayı fantastik, korkunç canavarlardan söz ettiği için de korku romanı denebilir. II. Dünya Savaşı’ndan söz edilen bölümlerde işin içine yakın tarih giriyor. Ve elbette polisiye. Çünkü hep şu soruyu soruyoruz: “Peki ama Bayan Peregrine’in yetimhanesine ne oldu?” Ransom Riggs’in bazılarını irkiltse de bana çok güzel gelen bir aşk hikâyesi anlattığını da unutmamak gerek. (İrkilticiliğin ve güzelliğin sebebini söylemeyeyim, sürpriz kalsın.)


Hikâye sahiden çok güzel. Zengin ve aşırı beyaz annesiyle bir baltaya sap olamamış işsiz güçsüz babası arasında kalan 16 yaşındaki Jacob’ın dedesiyle ilişkisi dokunaklı. Tüm bu maceraya dedesinin ölümünden sonra, onun onursuz bir sahtekâr olmadığını ailesine kanıtlamak için atılması da müthiş. Fakat bence romanın en güzel yanı, Riggs’in, Bayan Peregrine ile korumaya söz verdiği tuhaf çocukların hikaâyesini sahaf dükkânlarından, bit pazarlarından topladığı eski fotoğraflarla kurması. Bu silik soluk fotoğraflar epeyce acayip hatta ürkütücü. Bazıları efsane illüstratör Edward Gorey’nin yarattığı karabasanları andırıyor.


Bütün o tuhaf ve bir parça melankolik yüzlerin gerçekten yaşamış kişilere ait olduğunu bilmenin okurda uyandırdığı sahicilik duygusuysa benzersiz. Riggs fotoğrafları toplarken bir tek şeye dikkat etmiş: Savaş fotoğraflarıyla ve ünlülerin portreleriyle ilgilenmemiş. 100 yıl öncesinin trendi olan dayanılmaz kasvetli post-mortem (ölü) fotoğraflarına ise bakmamış bile. “Karanlık, garip ve komik fotoğrafların peşindeydim ben; cehennem fotoğraflarının değil” diyor.


Gülenay Börekçi

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.