“Film yapmak için köklerini hiçe sayıp evrensel mi olmak lazım, yoksa evrensel olmak için hamuru tam anlamıyla tutmayan bir film yapmak mı?” diye bir soru yönelttiğimizde eminiz ki kafanıza bazı şüpheler düşmüştür. Kökleri ile güçlü bir bağı olan ve ülkesinde güzel işler başaran saygıdeğer yönetmen Asghar Farhadi’nin neden bir anda Avrupa’ya açıldığını oldukça merak ediyoruz. Özellikle de İspanya’ya…


Farhadi’nin Oscar gecesinde ödül aldığı o eşsiz konuşmasını hatırlayanlarınız vardır elbette… Bakın Farhadi kendini nasıl ifade ediyor: “Bizler önemli bir ödül aldığımız ve bu filmi yaptığımız için mutlu değiliz. Bir taraftan savaş çağrıları yapılırken, yabancılaştırma olurken, siyasetçiler birbirleriyle kavga ederken ve İran’ın müstesna kültürü unutulmuşken bu ödülü kazanmış olmak, adımızı duyurabilmek asıl bizi çok mutlu ediyor. Siyasetin ağır baskısı altında kaybolmakta olan bu değerlerimizi hatırlama şansına sahip olduğumuz için çok mutluyum. Ülkemin halkı, tüm halklara, tüm medeniyetlere, bütün insanlara saygı duyar ve düşmanlığa tamamen karşıdır. Evet, belki anlattığımız hikâye tüm İran’ı içermiyor, onu kucaklamıyor ama bugün İran’ın orta sınıf hikâyesi böyledir; biz, siz ekranının karşısına geçtiğinizde sandalyenizi bir o tarafa, bir bu tarafa sürüklemedik, sadece sizin gözünüz olmak istedik.” Bunu ifade eden bir yönetmenin farklı amaçlara yönelmesi oldukça şaşırtıcı!


Ferzan Özpetek misali…

Kendini her anlamda tekrar eden film, çocukları ve eşiyle birlikte Buenos Aires’te yaşayan Laura adında bir kadının hikâyesine odaklanıyor. Bir aile kutlaması için doğdukları İspanya köyüne dönen ailenin hayatı geçmişte yaşanan olayların gün yüzüne çıkmasıyla alt üst olur. Aile bağlarını ahlaki tercihle sorgulayan Farhadi, Ferzan Özpetek gibi darmadağın ve parçalanmış hayatların ardındaki vahşi ve kanayan sorunsalları merkeze alarak, geçmişle içli dışlı olmadan bildiğimiz yoldan yürümemiz gerektiğini vurguluyor.


Buradan hareketle, filmin ilk yarım saati Ferzan Özpetek sineması ile ilişki kurarken, son yarım saati ise tamamen anlamını yitiriyor. Diyalogların zayıflığı ve ağır tempo da eklenince giderek uzaklaşıyoruz, lakin hikâyenin gelişme bölümü seyircinin ilgisini belli bir süreliğine canlı tutuyor.


Genel itibariyle, samimi insan ilişkilerinin, kişisel çıkarlar uğruna heba edildiğini hikâyeye monte eden Farhadi, insanın hem zavallı, hem de ne kadar vahşi olduğunu aktarıyor ve bunu çok iyi başarıyor. Filmin sonuna kadar suçlu kim, neden hâlâ kendini ele vermedi sorusu ile bizi baş başa bırakan Farhadi aslında seyirciye soru üzerine soru yöneltiyor. Örneğin: Para için insan kaçar mı, kızını para için kaçırır mı? Eski sevgilisine, kaçırılan senin kızın der mi? gibi…


İşte burada durmak lazım, çünkü devreye Arjantin’li oyuncu Ricardo Darin giriyor ve film boyunca sert esen İspanyol rüzgârı onu alıp götürüyor. Ne de olsa karşısında Javier Bardem ile Penelope Cruz var.


Tüm dünyada tanınmak ve ödül almak elbette çok güzel bir duygu, ancak farklı bir ülkede film yapmak için, önce o ülkenin kültürüne hâkim olmak gerek. Mesela İspanyol kültürünü belirli bir zaman dilimine hapsetmek mantıklı değil çünkü yaşam biçimleri tahayyül ettiğiniz gibi değil, yani oldukça derin. Şu bir hakikat ki o kültürle ruhen ve bedenen birleştiniz mi, kapılıp gidersiniz hülyalara…





İspanyol kültürü ve evrensellik

İspanyol kültürü müzik, dans, eğlence ve yemek dörtlüsünün birleşiminden oluşur. Bu dörtlü de oldukça önemlidir. Ama her şeyden önemlisi de hikâye anlatıcılığı ve kurgudur. Asghar Farhadi hikâye ve kurguya önem veren yönetmendir, fakat onun şiirselliği ve teatral nidaları unutulacak türden değildir; Farhadi ekseriyetle karakterlerini tiyatro ile özdeşleştirir ve onlara tiyatro yaptırır. Biraz Shakespeare, biraz da Yunan tragedyası…


İspanyol filmlerinde ise tiyatro sadece hikâyenin içindeki bir sanattır, sanat ile birleşen tiyatro, filmlerin mekiğini dokur ve hikâyenin gücü bu şekilde ortaya çıkar. Bir yönetmen elbette ki kendi bağlarından kopmadan film yapabilir, ama şu tecrübeyle sabittir ki, insan en iyi kendi kültürünü aktarır.


Evrensel olmak; ülke değiştirerek sadece oranın kültürünü perdeye yansıtmak olmamalı. İşte Farhadi’nin son çektiği “Todos Lo Saben” filmi yukarıda anlattıklarımızla örtüşmekte…


Le Passé (Geçmiş) gibi İran’da çekilmeyen film, sınırlarını farklı kültür ve farklı coğrafya ile çiziyor ve tipik bir Farhadi filmi olmadığının altını çiziyor. Filmlerinde karakterleri ters köşeye yatıran, mistik atmosfer yakalayan, seyirciyi belirsizliklere iten, gerilim unsurunu sonuna değin kullanan Farhadi, tekinsiz bir ortamın gücünden yararlanarak güvensiz ve oradan oraya doğru savrulan karakterleri merceğine alıyor. Dış dünyanın sorunları ile cebelleşen karakterlerin birbirlerine sürekli yalan söylemeleri şöyle bir yana dursun, sıradanlıklarını oldukları gibi yansıtmaları seyircide etki yaratıyor, fakat bu etki Todos Lo Saben için geçerli değil.





Ricardo Darin’in hikâyeye katkısı var mı?

Arjantin’in en ünlü ve takdire şayan işler çıkaran oyuncusunun, bu hikâyede neden yer aldığını merak ediyoruz, zira onun yerine pasif bir oyuncu yerleştirilmiş olsaydı eminiz ki daha olumlu bir sonuç çıkardı ortaya… Darin’in etkisini göremememiz bir hayli üzücü! Sanki tüm ünlü oyuncular bir araya toplanıp batan gemiyi kurtarmaya çalışmışlar. Keşke Penelope Cruz oyunculuk anlamında sırtını Javier Bardem’e dayamamış olsaydı.


Peki, bütün bunlar bir kenara, Farhadi’nin La Casa De Papel” filmindeki Jaime Lorente’ye rol verip seyirciye yüzünü çok az göstermesine ne demeli? La Casa De Papel’den çok etkilenen Farhadi’nin seyirciye böyle bir hediye vermesi güzel, fakat ağzımıza bir parça bal çalarak hevesimizi kursağımızda bırakması bir hayli hüsran yaratıyor.


Hikâyede, aslında hiç kimse ve hiçbir detay göründüğü gibi değil, bu da bize “Bajo Sospecha” isimli diziyi çağrıştırıyor. Hikâye bazen fazla ağırlık yaratıyor, bazen de tüm yüklerini üzerinden atıp hafifliyor. İşin içinden çıkılamamış bir karmaşa söz konusu… Her bir sahnenin kendi başına bir anlamı var, ancak bütünlük içinde değerlendirildiğinde üzerine bir hayli düşünülmesi gerekiyor.


Zarif ve şeffaf olma konusunda çabalayan filmin çekimlerini, görsellerini, müziklerini göz önüne aldığımızda, gerçekten ortaya çıkan iş harikulade. Bu olumlu özelliklerden sonra filmin açılışı ve kapanışı arasındaki gel gitlerin, hikâyenin prestijine gölge düşürüyor oluşunu görmezden gelmek mantıklı olabilir.





Psikolojik altyapının yerinde oluşu

Psikolojik altyapı konusunda hiçbir şekilde düşüş yaşamayan Farhadi, karakterlerin birbirleriyle olan ilişkileri konusunda hataya düşüyor, çünkü hikâyedeki çatlaklar durumu giderek zorlaştırıyor. Eğer karakterler İranlı olup yolları İspanya’da kesişseydi, odağımız farklı yöne kaymazdı. Aslında hikâyeye göre herkes her şeyi biliyor, ama sır saklama konusunda uzmanlıklarını ön plana yerleştiriyorlar, ne de olsa içlerinde korku var. Hem de en beteri!


İçinde bulundukları şeytani ortamdan ve olaylardan dolayı pişman olmayan karakterlerin yalanlarla süslü hayatlarını melodramatik hale getirmelerine izin veren Farhadi, ortalığın dağılması konusunda bildiğini okuyor ve ortalığın hiçbir zaman toparlanmasını istemiyor. Yaşadıkları kötü deneyimlerle yüzleşemeyen karakterler hep gizlenmeyi tercih ediyorlar ve yüzlerine adeta maske (Bakınız: “Gerçek kimliğini kaybedenler hayattaki rolleri için maske takmayı seçecek kadar zavallıdırlar. Çünkü o maske yalnızca karanlığı simgeleyen bir gölgeden ibarettir.”) takıyorlar. Hem de metaforik olandan! Masumiyetlerini terk eden karakterler, birbirlerine karşı hiç empati yapmadıkları için kendilerini kötülüğün kollarına bırakarak, huzursuzlukla dolup taşıyorlar ve karabasanların ruhlarını çalmalarına göz yumuyorlar.


Hikâyede göze çarpan İspanyolların sıcakkanlılığı

Kapanmamış yaraların, derine doğru itilmiş negatif düşüncelerin ve bastırılmış duyguların er ya da geç ortaya çıkacağı gerçeğini yüzümüze vuran film, insanların çok kırılgan olduğuna dem vuruyor. Gizemi hukuki ve etik yönden değerlendiren Farhadi, teknolojik öğelerle desteklediği filmde, samimi kasaba hayatı ve geniş aile kavramını otantik bir biçimde aktarıyor. Hikâyede en göze çarpan taraf, İspanyolların sıcakkanlılığı… Maddiyatla manevi değerleri aynı potada eriten yönetmen bunu bir sembol olarak seyirciye gösteriyor, fakat hikâye daha zorlayıcı olup, süresi kısaltılsaydı belki daha çok verim alırdık.


Sonuç itibariyle; Asghar Farhadi karakter yaratma ve onların sorunlarından etkileyici hikâyeler ortaya çıkarma konusunda oldukça başarılı. Onun asıl hedefi, gözlemciliği ve ironik bakış açısıyla öykülemeye ne denli önem verdiğini seyirciye yansıtması. Karakterleri adeta dans ettiren Farhadi, kurmuş olduğu güçlü çatışma kurgusunu belirli önermelerle destekleyip climax noktasına ulaşabilen bir yönetmen, fakat bazen fazla dağılıp deneysel işlere yöneliyor, bu da onun asıl handikabı! Seyircinin kalbine giden yolu keşfetmek için bir hayli çaba gösteren Farhadi, gerçeklerden yola çıkarak ruhumuzdan kopup atamadığımız problemler üzerine tezler geliştiriyor ve analiz yeteneğini kullanıyor. Ta ki son filmine değin… Umarız bir sonraki filmi ile seyirciyi tam anlamıyla tatmin eder.


Yazı: Arzu Çevikalp

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.