Klavye şövalyeliği
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde tüm sosyal mecralar henüz birer dutluk iken çok ünlü bir halk kahramanı varmış: Nasreddin Hoca. Hoca çok nüktedan bir fıtratta, insanları güldürürken düşündüren, düşündürürken de öğreten mizah anlayışının ilk isimlerindenmiş.
Günlerden bir gün Hoca eve doğru giderken birisinin büyük bir tepsi baklava taşıdığını görmüş. Yoldan geçen bir adam da ‘Hocam gördün mü bir tepsi baklava götürüyorlar!’ diye Hoca’ya seslenmiş. Hoca cevap vermiş: ‘Bana ne?’. Adam şaşırmış ve devam etmiş: ‘Ama Hoca tepsi sizin eve doğru gidiyor?’ Hoca bu sefer daha da güzel bir cevap vermiş: ‘E o zaman sana ne?’
Artık buralar dutluk değil. Buralar sanal da olsa düşüncelerimizi, duygularımızı, sevinçlerimizi ve acılarımızı paylaştığımız yerler bir nevi. Daha çok insana ruhen de olsa temas edebildiğimiz ve aynı zamanda daha çok insan tarafından bir anda derin derin yaralanabildiğimiz yerler. Artık her şey üzerimize vazife, herkesin her-bir-şeyinden sorumlu ve sonra da herkesin hayatındaki her bir pürüzden sorunlu hale gelmiş, hiç görmediğimiz, tanımadığımız bir insandan nefret edebilecek kıvamda ‘insan’larız.
Bunu son zamanlarda en derinden hissettiğim mecraların başında da Instagram geliyor -ki belki kendim en çok onunla haşır neşir oluyorum, ondandır.
Instagram hesabı açarken zannedersiniz ki herkese birer şövalye kostümü hediye ediyor Mark Zuckerberg ve diyor ki ‘Haydi ahali! Kuşanın klavyeleri ve başlayın yazmaya!’ Bir fotoğraf paylaşım uygulamasının bu denli büyük bir linç ve gıybet platformu haline getirilebilmesi gerçekten takdire şayan bir X,Y ve Z kuşakları ortak yapımı.
Ben bir sosyal medya fenomeni değilim. Fenomen bir ‘IG-mom’ da değilim. Sıradan bir anne, sosyal medyada eğlenen, işte bazen de öyle kafa dağıtma amaçlı bu uygulamayı kullanan avam halkın temsilcisi bir bireyim. Dünyada benden kaç milyar tane var bilmem. Kendi küçük dünyamda dertlendiğim, düşündüğüm, hissettiğim, güldüğüm şeyleri yazarım orada da. Bir kaç ‘K’ (takip etmeye layık bulan, ne paylaşıyor bu kadın diye satırlarımı okuma lütfu gösteren insanlara bu mecralarda böyle hitap ediliyor, Türkçe karşılığı olarak istatistiki bir veri haline gelen ‘bin adet kullanıcıyı’ temsil ediyor) insana değen sözlerim, hayattan çalıp oraya sakladığım bir kaç güzel anım, bazen de haleti ruhiyemden haberler olur paylaştığım; hepsi bu kadardır. Şahsi kullanım amacım budur ve ama başka amaçla kullananlara da saygı duyarım, ister takip ederim ister etmem o benim bileceğim iştir. Sonuç itibariyle işime gelmeyenle ilişiğimi keserim, ister engellerim, ister cevap veririm ister vermem o da tamamen paşa gönlüme kalmıştır. Ve -yine- ama ki, hiç kimseye saygısızlık etmem. Herkese her bir kelimeyi sanki karşımdalarmış gibi yazarım. Yani farz ederim ki göz göze, ten tene temas ediyoruz o an, gerçekten karşılıklı sohbetteyiz. Ve yine hiç aklımdan çıkarmamaya özen gösteririm ki aslında bunların hepsi bir illüzyon. Ben o an gözüme gözü değmeyen, yüzümü gözüyle görmeyen bir insana fikrimi, hissimi ve halimi aktarma çabasındayım. Kelime bu, parmağının ucunda durduğu gibi durmaz, gider ok gibi bir insanın kalbine saplanır alimallah...
Bu davranış şeklim ve sosyal medya kullanım felsefem beni diğer insanlardan daha yüce bir makama taşımaz. Bu zaten Instagram ve benzeri uygulamaları kullanmak için var olan kullanım sözleşmesini okumuş ve o sözleşmede yer alan koşulları kabul etmiş her bireyin yapmakla yükümlü olduğu şeydir. Hasılı ‘nasılsa beni görmüyorlar’ mantığı ile kılıcını kuşanıp klavye şövalyesi olmadan evvel, insaniyet çerçevesinde kalmaya riayet eden herbir bireyin hani nasıl diyorlar fabrika ayarları bozulmadan evvelki halidir. An itibariyle bulunduğum yer sadece ve sadece sıfır çizgisidir. Fabrika ayarları edepsizlik yönünde hızla bozulmuş olanların çukurunun yanı başında hemzemin geçitte beklemek ve hayretle o çukura bakmak gibidir.
O çukurda kimler vardır peki? O çukurda selamsız sabahsız dan-dun yorum yazanlar vardır mesela, cık-cık-çılar, aşırı şak-şak-çılar, daim nefret ve kin kusanlar ve hatta yerli yersiz beddua etmekte hiç bir beis görmeyenler, her doğruyu, her kişiye, her vakitte söylemeyi marifet sayanlar, her kelimeyi yazanın yani her durumda o ‘karşı taraf’ın da en nihayetinde bir kalp üzere yaratılmış olduğunu unutanlar, bin konuşup bir kez bile düşünmeyenler ve daha kimler kimler...
Tenkit etmeye, amiyane tabirle -çok afedersiniz- laf sokmaya, her şeyde bir bit yeniği aramaya ve insanların kusurlarını görmeye öylesine odaklanmışız ki, insanlarla dolu bir dünyada bunca insana temas etme şansımız varken bunu çoğunlukla avantaja çevirememiş ve bahsi geçen platformu bir gıybet kazanı haline getirmeyi çok çok iyi başarmışız, çok şükür(!)
Peki neden böyleyiz? Çünkü derdimiz büyük. Çünkü hayattaki en büyük dertten muzdaripiz ki, kendiyle derdi olan insanlarız ya da daha doğru tabirle henüz kendiyle olan meselelerini halledememiş, kaderiyle helalleşememiş ve dahi kendini gerçekleştirememiş insanlarız. İşte bizim gibi insanlar için dünyanın en hora geçecek platformu bu sosyal mecralar. Nefsani her türlü sorunumuzu insanlara laf atarak baskılayabilir, içimizdeki öfkeyi asıl sahibine teslim etmeden önümüze ilk gelene kusabilir, canımızı sıkanlara ses çıkaramadığımızdandır ki canımızın istediği gibi önümüze gelene bin tekme atabiliriz. Bir an’dır, rahatlarız geçeriz; oh mis(!)...
Eh zaten bir de hepimizde bir #ünlükafası ya da #hayrankafası hakim:
Eğer takip eden tarafsak ‘ünlü kişi’ bizimle kişisel olarak ilgilensin, her dediğimize bir cevap versin, mütemadiyen bizim hayalimizde büyüttüğümüz o koltuğa sığacak gibi davransın kısacası bizim paylaştıklarından şahsi çıkarsamalarımızla olmasını beklediğimiz o hayali insan olsun istiyoruz. Ha olmadı mı, hemen tü ka ka! ‘Ben sizi .... için takip ediyordum, ama siz çok ..... bir insanmışsınız, değmezmişsiniz!’ yazabiliriz mesela. Son sözü kendisi ederek ilişkiye son vermiş toy bir sevgili edasıyla ardından istediğimizi de söyleyebiliriz mesela o insanın, hepsi hakkımız. Koskoca takipçiyiz biz çünkü, o ‘ünlü’leri bizler var ediyoruz, n’aber?
Eğer takip edilen tarafsak durum daha da vahim. Bir anda savrulup #ünlükafası’na geçiverirsek kendimizi bir şey zannedebiliriz, gerçekten böyle bir fenomen sanatçı edasıyla ‘bir’likten ve ‘denk’likten bir adım öteye geçiverir ve üstün olmanın büyüsüne kapılıverir de bu işe başlarkenki ruhumuzu ‘K’lar uğruna, layklar uğruna satıveririz farkında olmadan, Allah esirgesin! Ya da diğer olası senaryo sen sen olmaya devam edersin ama ‘nerede çokluk orada şeylik’ felsefesi vuku bulur, işler çığrından çıkar, bir klavye şövalyesi gelir kalbini kırar, örselene örselene kendini korumayı öğrenirsin ama sonra oturup düşününce ‘Ya Hu, eğlenmeye gelmiştik buralara, böyle mi olacaktı?’ diye işin içinden çıkamaz, ya topunu alıp evine gider ‘oynamıyorum işte, hıh!’ deme hakkını kullanırsın ya da bu deveyi böyle gütmeye talip olur, yanına kalan güzel ve özel kalpleri kazanç bilirsin.
Yüz yüze gelsen, hani gözünün ta içine baksan belki adını bile teklemeden söyleyemeyecek bir insanın başka bir insana parmağının ucuna gelen küfrü, hakareti ve bilimum düşünceyi en olmayacak şekilde yazabildiği bir alem burası. Çok da ciddiye almaya gerek yok diye düşünüyorum şahsen. İnsanı geliştiren, besleyen ve iyi hissettiren taraflarına tutunup yoluma devam ediyorum. Artık çoğunlukla sadece diyeceğimi deyip, ‘hadi bana eyvallah cınım’ diye uygulamayı kapatma hakkı halen parmak uçlarımda saklı olduğuna göre bence her şeye rağmen pek de büyük bir sorun yok demektir..
Ve ama...
Ama yine de ufak bir tüyo: Meydanda cirit atan klavyeli şövalyelere karşı kalp kalkanlarınızı yine de hep yanınızda bulundurunuz. Ek olarak da gerekli zamanlarda yüksek sesle Kalben’den ‘Fırtınalar’ı dinleyiniz ve ‘.....atlarıyla geldi ordu, ben gitmiyorum!’ dediğinde avazınız çıktığı kadar bağırınız efendim. Ruha pek iyi geliyor, tecrübeyle sabit..
YORUMLAR