90’lar Karışık - Yabancı
İnsanın büyüyünce detaylı olarak hatırlayabildiği yaşlarından epey öncesinde, sanırım 5 yaşımda falanım.
Babam saz çalıyor, bazen bağlama, bazen de piyanonun başında.
İlk hatırladıklarım Türk Sanat Müziği nameleri,
“Bu kadar yürekten çağırma beni,
Bir gece ansızın gelebilirim!”
Müzik seviyor babam belli. Eline bir şey aldıysa bil ki keyfi yerinde veyahut canı sıkkın. Kasetleri var ‘Anılar 1-2-3…’ şeklinde uzayıp giden isimlerde. İşte arabada, evde kasetçalara takıp dinliyor. Bilmediğim dillerde şarkılar söylüyor tanımadığım şarkıcılar, arka koltukta bulutlardan şekiller görmeye çalışırken can kulağıyla dinliyorum, yazlıkta bahçeyi sularken -ki seneler sonra o şarkının My Lady D’arbanville olduğunu öğreneceğim- çalan o şarkıyla japon güllerine dans ettiriyorum soğuk suyla akşamüzerleri.
Bir walkman alıyor annem karne hediyesi, ya üç ya dördüncü sınıftayım. Böyle ‘freebag’ i var beline takıyorsun içine de walkmanı koyuyorsun, Allahım nasıl havalı! Artık kendi kasetlerim bile var. Rafet El Roman ve Barış Manço kasetleri geliyor doğum günümde hediye, deliriyorum.
Yıllar geçiyor Frank Sinatra’yı, Orson Welles’i, Cat Stevens’i tanımıyorum hala ama seslerini yüz metreden tanıyacak kıvama geliyorum. Fark etmeden ben de sevmeye başlıyorum bu şarkıları. Güzel şey bu ecnebi müziği dedikleri. Ezberliyorum o kasetlerdeki şarkıların sırasını, bundan sonra ne çalacak biliyorum. Sabırla en sevdiklerim çıksın diye bekliyorum -ki hızlı çözümler yoktu 90’larda, bir sonraki şarkıya geçmek için beklerdin sıradakinin çalıp bitmesini ya da en fazla FF ileri alma tuşuna basılı tutardın, sonra biraz REW biraz FF derken anca gelirdin sevdiğin şarkıya ya da benim gibi boşverip beklerdin- sonradan öğreneceğim ki o bantta bir yeri var en sevdiğin şarkının. Kasetleri kurşun kaleme takıp çevirerek de ileri/geri alabiliyorsun tam o noktaya ve ama bunu daha çok ortaokulda sessiz sedasız bir şekilde derslerde yapacaktım.
Sürekli müzik dinlerken buluyorum kendimi, olmadı söylerken… O zamanlar yeni yeni öğrenmeye başladığım İngilizce kelime dağarcığımın epeyini çalarken mütemadiyen durdurarak anlamaya çalıştığım bu kasetlerdeki şarkıların sözleri oluşturacak ileride, haberim yok. İnternetin henüz icat edilmemiş olduğu yavaş hayatlarımızda böyle böyle geçti ergenliğim. Hayat durmadı hızla aktı, ortaokullu oldum, annem babam boşandı, büyüdüm, platonik saçma aşklara bir futbolcuyla yelken açtım, bir süre sonra vazgeçtim sadece büyümeye karar verdim, okullar, sınavlar, şehirler değiştirdim, gerçekten aşık oldum, evlendim, anne oldum…
Hep ama hep müzik dinlemeye devam ettim. Artık ayırt etmiyordum, bazen hala ecnebi müziklerine sarıyordum, bazen TRT-3 deki Türk Sanat Müziği konserlerine, bazen de türkülere, popüler şarkılara…
Mutlu oldum dinledim.
Üzüldüm dinledim.
Dinledim ağladım,
Ağladım dinledim.
Güldüm dinledim,
Dinledim güldüm.
Canım sıkıldı söyledim,
Mutlu olunca söyledim,
Mutlu olmak için söyledim.
Hep dinledim, hep söyledim.
İçimden, dışımdan, sesli, sessiz, evde, sokakta..
Şimdi insanın büyüdüğünü anladığı yaşlarımdayım, bu sene 33 bitiyor.
Oğlum Ali dördünü bitireli bir ay oldu.
Okula gitmiyor.
Afrikada’yız.
Onun mavi bulut adamına kartondan bacak keserken bir sabah ansızın radyoda Portofino’da aşkını bulan o kadının şarkısı çalmaya başlıyor -ki isminin Dalida olduğunu epey sonra öğrenmiştim- ardından da Orson Welles başlıyor aniden ‘ben genç olmanın ne demek olduğunu biliyorum ama sen, sen yaşlı olmanın ne demek olduğunu bilmiyorsun’ diyor.
Elimde mavi bulut adamın beyaz bacakları ve Ali’nin küçük makası, yapıştırıcıyla gözyaşlarımı gözüme geri yapıştırabilir miyim diye saniyenin onda biri kadarlık zaman diliminde düşünüyorum.
‘Ne oldu anne?’ diye soruyor.
‘Hiç annem gözüme toz kaçtı!’ diyorum gayrı ihtiyarı ağzımdan çıkıveriyor. Annemin gözüne toz kaçmamış meğer senelerce, şimdi şimdi anlıyorum.
Sen kadar olmayı özledim be Ali, demiyorum.
Kasetçiden bir 90’lar karışık yaptırasım geldi be annem, öyle efkarlandım da demiyorum.
Gülümsüyorum.
Bulut adamın bacaklarını yapıştırıyor benden doğma bir erkek çocuğu, benim yaşıma geldiğinde yapıştıracak paramparça tarafları olsun istemiyorum.
Gülüp dans ettiğimiz eğlendiğimiz o şarkıları hatırlasın en çok, mutfakta yemek yaparken şarkılar söyleyen o mutlu kadını hatırlasın düşündüğünde istiyorum.
Ve ellerim onunki kadar küçükken yaşayıp da şu an hatırladığım her zerre mutlu anın on yüz bin milyon katı kadar mutlu anısı olsun istiyorum.
Bilmem belki bir kaç tane ‘Karışık-2010’lar’ kaseti yaparım ona, pardon liste yaparım o biraz büyüdüğünde, belki uzaklardan dinler de kartondan bulut adamın bacağını kesip yapıştırdığımız günlerin huzuruyla dolar kalbi, kim bilir…
Şair doğru söylüyormuş yani, kesin bilgi yayalım:
'Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor...'
YORUMLAR