Nasılsın?
Üzgünüm.
Üzgünsün.
Üzgün.
Sorsan hepimiz çok üzgünüz. Hem de nasıl, Ya Rab!
Koskoca bir yıl daha biterken dönüp ardına bakma isteği uyanıyor insanda, sanırım içgüdüsel.
Koydum koca seneyi önüme, baktım baştan aşağı üzüntü! Mütemadiyen ve üssel olarak artan bir eğilimde üzülmekle geçmiş günlerimiz.
Patlayan bombalara, parçalanan bedenlere, evlatsız kalan anne-babalara, anne-babasız kalan evlatlara, solup giden hayatlara, yarım kalan hayallere, öldürülen kadınlara, istismar edilen çocuklara, zulüm ve işkence altındaki uzak ve yakın ülkelerin insanlarına, kıyılara vuran ‘kaderden kaçamayan’ küçücük bedenlere, ana haber bültenlerinde istatistiğe dönüşen her bir verinin sahibi hayatlara ağlamışız durmadan. İçimiz dışımıza çıkana kadar ağlayıp, bazen günlerce tek bir karenin etkisinden kurtulamadan, bazen de hemen ertesi sabah -dünyevi mecburiyetlerden- bir şeylere tutunup acıdan kaçıp hazza yönelmiş ve en ilkel organlarımızla en alt insanlık seviyesinde ‘hiçbir şey olma-mış gibi’ yaşamaya devam etmişiz tüm sene boyunca.
Hüzün grafiğimiz dalgalı bir kur davranışı gösterirken, en düşük ve en yüksek hüzün seviyelerinde toplumsal ve bireysel ölçekte iğneyi de çuvaldızı da bizim-gibi-olmayanlara batırmaya devam etmişiz canhıraş ama nasıl oluyorsa...
Barıştan söz etmiş daha kendimizle barışamamış, hoşgörüden bahsetmiş ama hiç nefsimize savaş açmamış, edepsizlikten veryansın etmiş ama edebin sözlük anlamını dahi kavrayamamış, ‘sevmekle kurtulacağız’ naraları atmış ama en yakınımızdakini bile sevmeyi becerememişiz.
Sonra gel zaman git zaman ana haber bültenleri izlenemeyecek haddeye eriştiğinde artık neye üzüleceğimizi şaşırmış, travma sonrası duygu bozukluğu teşhisini kendimize kendimiz koymuş ve reçeteyi de yine kendimiz yazarak -mış gibi sanal hayatlarımıza devam etmişiz.
Üzülmekten çok yorulduğumuz için olsa gerek ki üzülmekten vazgeçmişiz, bilmek istememe hakkımızı kullanmışız hep beraber. Kafamızı kuma gömüp geçitlerde, ışıklarda çoğalan o ‘pis’ ‘yardıma muhtaç’ ve hatta ‘hiç tekin olmayan’ insanların ve minicik çocukların varlığından dahi rahatsız olmuşuz. ‘Tamam ama...’ ile başlayan cümlelerimizin hesabı tutulamamış, bombalar ülkenin malum kesimlerinde patlarken ve onlarca yüzlerce hayat katledilirken değil de nedense yaşadığımız büyük şehirlerin her gün geçtiğimiz meydanlarında patlamaya başlayınca -işin doğrusu namlunun ucu çekirdek ailelerimizin hayatları halkasına ulaşacak kadar yakından doğrultulduğunda- ve konfor alanımızın dışına çıkmak icap ettiğinde rahatsızlığımızı ve kaygılarımızı dile getirip üzülmeye devam etmişiz.
Sayfalarca, postlarca, layklarca, retweetlerce, repostlarca, yorumlarca üzülmüşüz, üzülürken dahi kavga etmeye devam etmiş, üzüldükçe hıncımızı birbirimizden çıkarmakta hiç bir beis görmemişiz. Şucu, bucu, şuncu, buncu, öteki, beriki, azınlık, çoğunluk, şöyle, böyle olmakla veya da olmamakla birbirimizi mütemadiyen suçlayarak günleri günlere eklemişiz. İnsanlık merkezinden en uzağa atılmış o tohumları ilk biçen olmak için birbirimizle kıran kırana yarışmış, ben çok üzüldüm sen neden az üzüldün ya da üzülmedincilik gibi garip garip oyunlar türetmişiz.
Aynalara küsmüşüz anlaşılan, dönüp kendimize hiç bakmamışız. Varsa yoksa diğerlerine harcamışız tüm vaktimizi, diğerlerinden bilmişiz gökten taş yağsa. Herkes üstüme üstüme geliyor acaba ben mi yanlış yöndeyim ya Hû, dememişiz. Taş altında kalmış laf altında kalmamışız hiçbirimiz, çok şükür.
Sonra...
Otur evladım hepimize kocaman birer SIFIR!
Sonrası inanca tutunmak.
‘İnanç hayatı kolaylaştırmaz ama yaşanabilir hale getirir.’ diye bir şey okumuştum nerede hatırlayamadım.
İnanmak!
Aynada suretlerimizden utanacağımız günlerin de geleceğine inanmak...
Zalimin zulmü varsa sevenin Allah’ı var diyordu şarkılar, seven olmayı başarabileceğimiz günlerin de geleceğine inanmak...
Kalp gözü yaşarmadıkça kafa gözüyle ağlamanın faydası olmayacağını anlayacağımız günlerin de geleceğine inanmak...
Dünyanın çıkan çivisini böyle adım adım, insan ola ola, insan olmaya çalışa çalışa, insan olmanın gerekliliklerini yerine getirmeyi öğrene öğrene ve uygulaya uygulaya elbirliğiyle her neredeyse bulup yerine takacağımız günlerin de geleceğine inanmak...
İnanmasa insan yaşamak ne mümkün bu dünyada?
İnanıyorum.
İçimde ve dışımda bana yapışık iki küçük çocuk, kalplerine değdiğim ve bir biçimde varlığımla mutlu ettiğim sevenlerim, varlığıyla beni mutlu eden sevdiklerim, bahşedilmiş sağlığım ve dünyada olup biten her-bir-kötü-şeye rağmen halen bu satırları yazmasına müsaade edilen varlığım için...
Yani inanıyorsam varım,
‘Var’ isem de inatla inanıyorum.
Nasılsın?
-İnançlıyım.
Nasılsın?
-Umutluyum.
Nasılsın?
-Duacıyım.
Çünkü fakirane başka türlü yaşamayı bilmiyorum!
YORUMLAR