Ursula K. Le Guin
Hiç düşündünüz mü; doğduğunuzda size verilmiş olan ismin zaman zaman değişmesi gerektiğini? Çocukluk, ergenlik, yetişkinlik isimleriniz olsun istediniz mi hiç? Bir varlığın öz adını bilmenin onun üzerinde mutlak hakimiyet kurabilmekle eşdeğer olduğu bir gezegende yaşamayı aklınıza getirdiniz mi hiç? Yerdeniz ülkesinde mesela... İnsanların doğuya, ejderhaların batıya hükmettiği, rüzgarların ne taraftan eseceğine büyücülerin karar verdiği, büyülü, kadim isimlerin dünyasını bilir misiniz? Ya da cinsiyetin anlamsız olduğu, isteyenin istediği zaman diliminde anne ya da baba olmayı kendi seçebildiği bir gezegeni hayal edebilir misiniz? Kötücül güçlerin en korkunç eyleminin kitapları iblis yerine koymak olduğu, bilginin yok edildiği, değiştirildiği bir zamanda yaşayabilir miydiniz? Olmayan lisanlardan ve onların edebiyatlarından hoşlanır mısınız? Kısacası Ursula’yı tanır mısınız?
Siz... Ursula K. Leguin bu sene 79. yaşınızı doldurdunuz. Oregon’da, çölün ortasındaki evinizde büyüttünüz üç çocuğunuzu, sayısız kitabınızı ve o kitapları okuyarak büyüyen nesilleri. 79 yaşında hala yeni dünyalar keşfetmekte ve kağıda kaleme sarılıp dünyanın dört bir yanında sizden gelecek her cümleyi heyecanla bekleyen insanlara iletmektesiniz. Siz Ursula K. Le Guin, siz büyücülerin ve ejderhaların Yerdeniz’ini, anarşistlerin Anares ve Urras’ını, çiftcinsiyetlilerin Kış gezegenini, Es-Toch’u, Gethen’i, Orsinia’yı ve saymakla bitmeyecek nice dünyayı yarattınız. Yaratma lafından da hoşlanmadınız elbette. “Ben o dünyaları keşfettim” demeyi daha uygun gördünüz; yaratmayı Tanrı’ya yakıştırdınız. Diğer bilimkurgu yazarlarının aksine sınırsızca gelişmiş teknolojileri, robotları değil de insanları oturttunuz yazdıklarınızın merkezine. Nasıl olgunlaştığımızı, korkularımızla nasıl yüzleştiğimizi, ölümün nasıl bir yer olduğunu, eşitliğin matematiğini inceleyip durdunuz.
1929’da Kaliforniya’da antropolog bir baba ve yazar bir annenin dördüncü çocuğu olarak doğdunuz. Üç erkeğin ardından dünyaya gelen bir kız çocuğu olmanız ailenizi öyle çok sevindirdi ki hayatınız boyunca kadınlığınızı gururla taşıdınız. Beş yaşında yazmayı öğrenmiş olduğunuzdan belki, kendinizi bildiniz bileli hep yazar olmak istediniz. İkinci Dünya Savaşı yıllarında abileriniz savaşa katılınca anne babanızla başbaşa kaldığınız evinizde sessizlik hüküm sürmüştü genellikle. O zamanlar şimdiki gibi başında saatler geçirip zamanın nasıl geçtiğiniz farkettirmeyen televizyon ve bilgisayar cihazları yoktu. Arada bir açtığınız radyodan ise savaş haberleri dışında bir yayına rastlamak mümkün değildi. Sessiz ve hiç bir şey yapmadan geçen bu günlerde düşünmeyi öğrendiniz. Kendi deyiminizle “Ruhunuzu yapmaya başladınız o günlerde”.
Hayal gücünüzü takip etmeyi öğrendiğinizde anne-babanız bu yeteneğinizi geliştirmeniz ve bundan hayatınızı kazanmanız konusunda sizi yüreklendirdi. Dille aranızdaki ilişkiyi pekiştirmek istediğiniz için Fransızca ve İtalyan edebiyatı okudunuz... Ve sonra evlendiniz. Şanslıydınız. “Aşk taş gibi duran değil, ekmek gibi her gün yeniden yapılması gereken birşeydir” dediniz. İşte böyle her gün yeni baştan yarattığınız bir aşkla sevdiğiniz eşiniz sizi yazma tutkunuz konusunda sonuna dek destekledi. Eşlik, annelik ve yazarlık arasında ikileme düşmediniz hiç bir zaman. Evin ve çocukların sorumluluğunu tek başınıza yüklenmeniz gerekmedi. 1950’li yılların dengesiz ruhuna ters de düşse Le Guin evinde tam bir eşitlik ortamında yaşadınız ve bunun için hep minnettarlık duydunuz eşinize; her fırsatta belirttiniz. Kadınların iş ve bebek arasında seçim yapması gerektiği düşüncesini küçümsediniz; çünkü eğer yeterince istenirse ikisinin birarada mükemmel şekilde yürüyebileceğinin yaşayan kanıtı olduğunuzu bildiniz...
Hayatta en çok neyden zevk aldığınızı soranlara: “Yazmak, Oregon çölünde geceleri yıldız seyretmek ve çocuklarımla vakit geçirmek” diye cevap verdiniz. Kitaplarınızın ilhamının nereden geldiğini soranlara “Otururum ve dinlerim” dediniz. Sükuneti yücelttiniz. Böylesine sade bir hayattan böylesine gösterişli eserler çıkabileceğini, yazarın fiziksel seyahatten öte kendi içine seyahat ederek yeni dünyalar keşfedebileceğini söylediniz merak edenlere; hayal gücünün günlük hayatı yaşam tarzıyla bağlantılı olmadığını...
Size ‘feminist’ dediler. Siz olsaydınız tam olarak öyle ifade etmezdiniz ama bu etiketi severek kabul ettiniz. Siz 40’lı yaşlardayken yani 1960’larda filizlenen feminist hareketi sevinçle karşılayıp, hikayelerin ana karakterlerinin illla da erkek olmamasına mutlulukla yaklaştığınızı belirttiniz. Kadın olmayı her zaman sevmiştiniz ne de olsa ejderhaları da sevdiğiniz gibi...
Size ‘taoist’ dediler. Lao Tzu ve Chuang Tzu okumayı çok sevdiğinizi, kitaplarınızın arka planında taoist felsefe motifinin sıkça bulunduğunu itiraf ettiniz. Hatta Lao Tzu’nun bir kitabını ingilizceye siz çevirdiniz ve bu en sevdiğiniz işlerinizden biriydi. Onun “Hayatının tadını çıkar, bedeninin içinde ol, sen bedeninsin, başka gidecek neresi var?” diyen düşüncesinin çerçevesinde yaşadınız hayatınızı. Hep Yuvaya Dönmek’deki Kesh halkını da bu düşüncenin merkezinde yarattınız. Lao Tzu ve Mevlana Celaleddin Rumi’nin alemin bir yerlerinde bir arada sohbet halinde olabileceğini söylediniz bir röportajınızda.
Size ‘anarşist’ dediler. Anarşist olmak sizin için “Seçimlerin yarattığı sonuçların sorumluluğunu almak” demekti. Bunun haricinde zamane kadın ve erkeklerinin kendilerini garip bir makinaya kaptırdıklarını, hayatlarını görevler ve yapılacaklar listeleri ile doldurup, tüketmeden mutlu olamadıklarını gördüğünüzü ve buna üzüldüğünüzü belirttiniz. Torunlarınıza, torunlarınızın torunlarına yiyecek ekmek ve okuyacak kitap dilediniz, dünyanın ve doğal kaynaklarının nasıl hoyratça kullanıldığını gözleyip Oregon’daki çiftliğinizden, gidişata endişelendiniz. Mülksüzleri yazan da sizdiniz ne de olsa.
Etiketlerin ötesine geçip hikayeyle ilgilendiniz. Hikayelerin insanlığa kim olduğunu hatırlattığını, hafızamız yerine geçtiğini, hayatla ilgili ihtiyacımız olan bilgileri edinebilecek bir kaynak olduğunu bilerek yazdınız. Kitaplarınız 20’ye yakın dile çevrildi.
Zamanımızın en büyük sorunu nedir diye soruldu size:
“Asıl sorunumuz kadının, güçsüzün ve dünyanın sömürülüyor olması gibi gözükse de aslında değil. Lanetimiz yabancılaşmamız, ying ve yang’ın birbirinden ayrı düşmesi. Denge aramak yerine üstünlük kurma çabası içinde olmamız”
dediğinizde, kim olduğunuzu ve sanatınızın özünü ne kadar da iyi anlatmış oldunuz. Siz hep dengeyi dilediniz. Kendiniz ve zamandaşlarınız için, çocuklarınızın, torunlarınızın geleceği için denge umut ettiniz.
Şimdilerde, 79. yaşınızı dolu dolu yaşadığınız şu günlerde yeni bir kitabın hazırlığı içindesiniz: ‘Lavinia’. Anlatacak hikayenizin asla bitmediğini biz biliyoruz ve her yeni kitap için teşekkür ediyoruz size... Kadınların erkeklerden bir farkı olmadığını, bilim kurgu yazmanın erkek işi olmadığını, kaç yaşında olursa olsun işleyen bir zihnin ışıldadığını, hem çocuk hem kitap doğurmanın aynı anda mümkün olduğunu gösterdiniz bize. Ne iyi etttiniz...nisan 2008Öteki Rüzgar’dan:
“İnsanlar, ejderhalardan farklı olarak ölümden korkarlar. İnsanlar hayatı sahiplenmek, hayata sahip olmak ister, sanki hayat kutu içinde mücevhermiş gibi. O kadim büyücüler sonsuz bir hayat için yanıp tutuşmuştu. Gerçek isimleri kullanarak ölmelerini önlüyorlardı. Ama ölmeyen, hiçbir zaman yeniden doğamaz.”
“Öldüğüm zaman ben, beni var eden nefesi geri teneffüs edeceğim. Yapmadığım şeyleri dünyaya iade edebileceğim. Olmuş olabileceğim ve olamadığım şeyleri. Yapmadığım tüm seçimleri. Kaybettiğim, savurduğum, harcadığım her şeyi. Tüm bunları dünyaya geri verebileceğim. Henüz yaşamamış olan yaşamlara. Bu bana yaşadığım hayatı, sevdiğim sevgiyi, aldığım nefesi veren dünyaya hediyem olacak.”
** Bu yazı ilk olarak 26 Eylül 2008 tarihinde K dergisinde yayınlanmıştır.
YORUMLAR