Kendinden kaçamadığın yer
6 ay bitti... Kasım ayındaki patoloji raporunu okuduğum, adaya gittiğimiz, saçlarımın uzun olduğu, hayata dair önceliklerimin şimdikine göre bambaşka sıralamada olduğu bir yaşamdı 6 ay öncesi. Meme kanseri teşhisi ile yeni bir yol açıldı önümde. Kaytarmanın mümkün olmadığı, inkar, isyanın işe yaramayacağı, bu zamana kadar geliştirdiğim birçok düşünsel yapımın kökünden sallandığı 6 ay...
Önce planlama aşaması vardı. Tam bir delilik. Ömrünüzü benim gibi doktordan, ilaçtan mümkün olduğunca sakınarak geçirdiyseniz delirmelik bir süreç. Yeni bir dil, yeni bir coğrafya, yeni insan tutumları öğrenmek gerekti. Öğrenmek, karar vermek, koordine etmek ve bir yandan da içimdeki bütün bunlara direnen tarafı ehlileştirmek...
Garip bilgiler edindiğim bir dönem oldu bu. Adı meme kanseri olsa da herkesin kanserinin kendine özel olduğu, bu çatı kavram altında ne kadar çok alt seçenek olduğu, bunların her birine uygun görülen farklı tedavi yöntemleri, farklı doktorları aynı teşhise farklı yaklaşımları... Araştır, bul, randevu al (araya tanıdık sokmadan doktorlardan randevu almanın imkansızlığı ile burada tanıştım), randevuya git, anlat (elinizde bir dosya ile geziyorsunuz), dinlemeye çalış, anlamaya çalış, karar ver. Bu sürece kurumsal hastalık stajerliği diyorum. Yeni adım attığım bir tıbbi onkoloji dünyasında olan biteni anlama ve kendime bunun içinde tahammül edebileceğim bir yol haritası çizme gayretini kapsıyor.
Ve çok doktor, çok istişare, kimi doktorlardan arkamı bakmadan kaçma gibi kalkışmalar sonrasında anlattığı şeyi dinlemeye tahammül edebildiğim, diğerlerinden daha insaflı görünen bir tedavi haritası çizebilen bir onkolog buldum. Ona güvenmeye karar verdim. Hemen, dedi. Kemoterapiye başlaman gerek. Bir kaç güne ihtiyacım var, dedim. Hayatımı, ailemi hazırlamam gerek. Ve bir kaç gün içinde başladı tedavi.
Onkolojik tedavi batı tıbbı tarafından üç şekilde uygulanıyor. Zehirle, kes, yak. Kemoterapi, ameliyat ve radyoterapi. "Kanserle Savaşmak" kavramını düstur edinmiş bu yaklaşım kanserle savaşırken insanı ölümün eşiğine bırakıp, burada ölmezsen demek ki iyileşiyorsun, diyor.
"Tüm silahlarımızla saldıracağız tümöre...
Kanserle savaşırken elimizdeki tüm imkanları kullanacağız." onkoloji camiasının hiç tereddüt etmeden kullandığı bu savaş jargonu içimi eziyor.
"Evet" diyorum, "vücudumun yüzde 5'i hasta; lakin ben %95'inden çok memnunum. savaşmadan, severek iyileştirsek. En nihayetinde savaştığınız şey benim bedenim..." anlaşılır değil duyanlar için. Kanserle savaşmak makbul, sevişmek kimsenin aklına gelmiyor.
2. etap: Kemoterapi. Çok zor, zahmetli bir süreç. Allah içinden geçen herkese sabır, kuvvet versin. Tek avuntum sınırlı süre olması. Bitecek. 3 ay, 12 hafta damardan ilaç alıyorum. İlaçların bedendeki etkisi daha damara değdikleri anda başlıyor. Yakan, kavuran, büzüştüren, kurutan, ağırlaştıran bir etki. Tüm hücrelerim yanlış titriyorlar, diye hissediyorum. Sanki içime sıcak kurşun doluyor.
Bedenim artık tanıdık değil. Alıştığım fonksiyonları alıştığım şekilde çalışmıyor. Gecenin 5'inde uykum bitmiş olarak uyanıp, burnumun içini kaplamış olan kanı temizlerken, beyaz lavaboda leke yapan kırmızı kan damlalarına bakıp; edebi değeri yüksek bir ayrıntı bu, diye düşünüyorum. İyi bir film sahnesi olurdu. İçinden geçtiğim sürecin ızdırabını, minicik de olsa anlatmaya yeterdi şu ana çevrilmiş bir kamera.
Ayan-ı sabite, diyor Metin Bobaroğlu. Herkesin doğarken yanında getirdiği o kendine has, biricik öz ve bundan doğan yetenkleri. Bende bu hikayecilik şeklinde gösterdi kendini. Bir keresinde, çok derin bir uykunun rüyasında, bedenini görmediğim ulu bir sesle konuşuyordum. "Sen kayıt tutanlardansın" demişti bana. "Görevin bu, yaptığın bu"...
Aynı fikirdeyim o ses ile. Hayatı derli toplu ve estetik ve detaylı bir şekilde ifade etme gayreti ile benim temel meselem. Kendiliğinden gelişen. Şimdi, bir kışı içinde geçirdiğim hastalık, şifa alanında içimdeki hikayecinin, musibetten geçerken bana nasıl faydalı olduğunu yeniden, daha kesin bir şekilde görüyorum. Şimdiye kadar anlatageldiğim tüm masallar içimde canlandı. Onları başka bir yerden anlıyorum artık.
Her hafta başka biriyle gidiyorum kemoterapi seansıma. Arkadaşlarım, kuzenlerim, babam bana eşlik ediyorlar. Kemoterapi seanslarında, belli bir ilaca sıra geldiğinde, ellerime ve ayaklarıma buz koyuluyor. Parmak uçlarında hissizliğe yol açabiliyormuş ilaç; buz sayesinde kan o uç noktalara kadar gitmeyecek ve hissizlik de yaratmayacak; hedef bu. o ilaç çok zor. O sırada, hisset, fark et düsturundan çok uzak bir yerlerde olmak istiyorum. İşte o sırada, yanımda sevdiğim bir arkadaşım varsa, soruyorum... Var mı dedikodu?
Bilen bilir, hiç kimsenin nasıl yasadığıyla, ne yaptığıyla, nasıl yaptığıyla ilgilenmeye dair bir huyum yoktur. Ama o ilaç... O ilacın bedene dolarkenki o göğsüme baskı yapan, ağzımı dilimi, karnımı kurutan, yakan, ağırlaştıran hissi beni başkalarının dertlerine meraklı yapıyor. Ne kadar detaylı o kadar güzel. İnsanlar neden terapist oluyorlar anladım diye geçiyor içimden, kendi derdiyle duramayan için başkasının derdi çok iyi bir kaçacak yer.
Şifa diye içtiğimiz zehirler, üzerine düşünüyorum... Bu bambaşka bir yazının konusu olacak kadar geniş...
12 hafta boyunca sızlıyor bedenim. Kalp atışım, uykularım, yeme içmem, enerjim bildiğim her şey bilmediğim gibi. Sabrediyorum. Kaçabilecek bir yerim yok.
Psikoterapi seanslarımı haftada ikiye çıkarıyorum. Analitik terapi tutunacak dal oluyor bana. Kemo üstü analitik üstü bol teslimiyet. İçten dıştan soyuyorum kabuklarımı. Söylenip duruyorum. Bir yandan arkadaşlarım, ailem sürekli yanımdalar destek oluyorlar. Yurtdışında yaşayan arkadaşlarım geliyor beni görmeye, çok mutlu oluyorum... Ben bu kadar çok seviliyor muydum? Bu kadar çok sahip çıkanım mı vardı... İçimdeki kendini dışlanmış hisseden, yalnız bırakılmış çocuk Damla ilgiye sevgiye, desteğe doyuyor. Elhamdülillah. Her zorluğun içinde bir kolaylık vardır bu demek, anlıyorum. Bedenim inlerken ruhum doluyor... Kayıt tutuyorum.
devamı gelecek...
YORUMLAR