Japonya: Ayın öteki yüzü


“Gezi kitabı” konseptine en uzak olandan başlayalım. Zira Belçika doğumlu sosyolog-antropolog Lévi- Strauss (ölümü: 2009), 1977 ile 1988 arasında eşi Monique ile beş yolculuk yaptığı Japonya’yı anlatmaktan öte, çocukluğundan itibaren hayranlık duyduğu bir kültürü tasvir ediyor kitabında. “Başka hiçbir etki entelektüel ve ahlâki gelişimime Japon uygarlığı kadar erkenden katkı sağlamamıştır” diyen Lévi-Strauss, bu uygarlığı mitolojisinden müziğine, sokak yaşamından insanına, diline kadar derin analizlerle yansıtmakla kalmıyor, Batı medeniyetiyle farklılıklarını da ortaya koyuyor. Ona göre Japon medeniyetinin Batı’ya verdiği en güzel öğüt, “İçinde bulunulan anda yaşamak için geçmişten nefret etmek ve onu yok etmek gerekmediği.” İki medeniyeti ayıran en önemli özellikse Batı’da yaşam tarzlarının, üretim biçimlerinin birbirini izlemesi; Japonya’da ise birlikte var olmaları...


Kitap, 1979-2001 arasında yazılmış, daha önce yayımlanmamış veya sadece Japonya’da yayımlanmış bilimsel makalelerde kalan yazıları bir araya getiriyor. Elbette sadece derin analizler, mukayeseler yok kitapta. Yazar, Tokyo, Osaka, Kyoto, Nara gibi şehirler haricinde Okinava’da; Iheya, Izena, Kudaka gibi adalarda gözlemlediklerini de, bitki örtüsüne, törenlerine varana dek aktarıyor. Bir de 1993’te, Japon Ulusal Televizyonu’na verdiği söyleşi eklenmiş kitaba. Şöyle diyor orada Lévi-Strauss: “Biliyorsunuz, biz (Batı) Japonya’da uzun süre boyunca alınması gereken bir örnek olarak kabul edildik... Japonya’ya dileyeceğim ve ondan rica edeceğim tek şey, Japonların geçmişte sahip oldukları modeli aynı özgünlükle korumayı becerebilmeleridir...”


Not: Bu yazıdaki üç ülkeyi kısa süreli de olsa gördüm. Japonya, gerçekten yazarın sahiplendiği kadar farklı ve görülmeye değer. Benim favorim.


Mısır: "Piramitlerin gölgesinde"

Nedim Gürsel daha önce Paris, Berlin, Atina, Venedik ve daha pek çok kenti kâh doğrudan gezi kitabı olarak, kâh roman ve denemelerine yedirerek anlattı. Şimdi de Nil Nehri kenarındaki lüks otelinden farklı günlerde farklı yönlere gidip Mısır’ı anlatıyor bize.


Kahire yakınındaki Gize ile; Keops, Kefren, Mikerinos piramitleri ve onları korur gibi duran Sfenks ile başlıyor kitap. Kendini Paris’te bir sokak fenerine asan şair Gérard de Nerval gibi Keops’un tepesine çıkıp doyumsuz manzarayı izlemese de, ya da Gustave Flaubert gibi labirenti geçip Keops’un odasına girmese de piramidin dibinde olmanın bile heyecan verici olduğunu anlatıyor Gürsel. Sıradan bir rehberlik yapmıyor yazar. Efsaneleri, tarihi, romanları da katıyor işin içine kendi üslubuyla: “Piramidinin bitmek tükenmek bilmeyen masraflarını karşılayabilmek için Keops’un kendi öz kızını genelevde çalıştırdığını, tarihçiler doğrulamasa da, Herodotos’un rahiplerden aktardığı rivayetlerden öğreniyoruz.”


Bir başka gün, Nil kıyısını takip edip firavun mezarlarıyla dolu Krallar Vadisi’nde alıyoruz soluğu. II. Ramses ve tek kadın firavun Haçepsut dahil 22 firavunun mezarının bulunduğu bu gizemli yer, Gürsel’e göre sadece eski Mısır’ın görkemini yansıtmıyor, varoluşun tek gerçeğinin aslında ölüm olduğunu da anımsatıyor.


Karnak Tapınağı’nda gördüklerinin uykularını böldüğünü; tanrılardan kocasının ölüler katında ölümsüz olmasını dileyen İsis gibi bir eşi olsun istediğini; Kadeş (Mısır’la Hititler arasındaki savaş) deyince aklına onu 10 yaşında Bandırma’dan İstanbul’a getiren vapurun geldiğini öğreniyoruz. Yani Mısır izlenimleri Gürsel’in kişisel tarihiyle de iç içe. Nobel’li Necip Mahfuz, varoluş sorunuyla Mısır’a kaçan Rainer Maria Rilke, Arap dünyasını fetheden efsane ses Ümmü Gülsüm (Gürsel’in yazımıyla Um Kalsum) gibi isimlerle, anlatıyı zenginleşiyor. Kahire’nin içi, çevresi ve İskenderiye de eksik değil kitapta.


Not: Kahire’yi, piramitleri gördüm. Ölümcül trafik, keşmekeş, kirlilik; egzotizm ve gizemi ikinci plana itebiliyor bazen. Piramitlerin yakınındaki gecekondulaşma “5 bin yılda bu kadar mı geri gidilir” dedirtiyor.


Yunanistan: "Zeytin ağacının gölgesinde Yunanistan"

Şimdi bir “gezi kitabı”nın içindeyiz. Göçmenlerle dolu Kırklareli’nde doğan genç arkadaşımız Nazlı Gürkaş, bu renkliliği sevdiği ve merak ettiği için önüne çıkan fırsatı değerlendirmiş; okul biter bitmez Selanik’e bir yıl Türkçe öğretmeye gitmiş. Bu vesileyle adalar senin Atina benim gezmiş de gezmiş. Sonra bir gün oturmuş, “Gezip gördüklerimi, yaşadıklarımı, yiyip içtiklerimi başkalarına da anlatayım” demiş. Arkasında okunmuş sayısız kitap, dinlenmiş pek çok şarkı, tanışılmış yüzlerce insanın olduğunu da es geçmeyelim tabii. “Bu satırlarda ne politik bir tartışma ne de ülkenin son yıllarına damgasını vuran ekonomik krize dair bir iz bulunuyor. Yunanistan’daki her dakikamı daha fazla kişiyi tanımaya, onları ve yaşamlarını anlamaya çalışarak geçirdim. Bu anlatının odak noktası bu belki de...” diyor Gürkaş.


Kitapta, sokak sokak, dükkân dükkân, anıt anıt geziyoruz Yunanistan’ı, onun tabiriyle “mavi ülke”yi. Ulaşım notları, demografik bilgiler, tarihi yapılar, bu yerlerde yaşamış önemli isimler, hepsi var sayfalarda. Ama sıkıcı ve tekdüze bir metne dönüştürmüyorlar kitabı; aksine arada katıldığımız düğünler, içine girip sohbet ettiğimiz dükkânlar, yediğimiz içtiğimiz hepsi renk veriyor sayfalara. Her bölümün başına bir şarkı koymuş Gürkaş, o yerde doğup büyüyen bir müzisyene ait olmasına özen göstermiş.


Yunanistan’ın en güzel yerlerini bütçenizi zorlamadan görmek; arada denize arada gece hayatına dalmak; seyahati bir sanat olarak yaşamak isterseniz tavsiye edilir.


Not: Adaları uzunca bir süre önce gördüm. Türkiye ile fiyat mukayesesine falan girmem ama seyahatin her anından müthiş keyif almıştım.


Yazan: Kürşad Oğuz

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.