Daha birkaç gün önce izlediğim ve etkilendiğim “Philomena” filminden bir sahnedeyim sanki... Philomena, başrollerde Judi Dench ve Steve Coogan’ın oynadığı bir Stephen Frears filmi. İrlanda’nın küçük bir kasabasında çocuğunu arayan 50’li yaşlarında bir kadın ile ona yardımcı olan bir yazarın yolculuklarını anlatan dramatik bir hikâyeyi anlatıyor. Britanya’nın ıssız düzlüklerini, kırmızı tuğla binalarını görüyoruz arka planlarda.


Londra Heathrow Havalimanı’ndan çıkıp Londra’yı pas geçerek Hampshire’a gelmek üzereyiz.İngiltere’de bir geceyi Londra’ya bir saat uzaklıktakiHampshire’da geçirme fikrini kim ortaya attı bilmiyorum. Ama iyi ki önermiş. Uzun lastik çizmeleri ayağıma geçirip çayır çimende bata çıka yürüyeceğim ve sessizlik yine tüm seslerin üstünde olacak.


Alabildiğine uzanan düzlükleri geride bıraktık. Otoyoldan ayrıldık, tenha bir yolun üzerindeyiz. Sağlı sollu çiftlik evlerini, iri tüylü Britanya koyunlarını, atlarını izleyerek büyük bir kapıdan içeri giriyoruz. Kıvrılıp giden yolda dev bir tuğla bina var. Geceyi orada geçireceğiz.


Sessizliğin tam ortasındayım

Geniş salondan içeri girip oda anahtarlarını alıyorum. Arka binada bulunan odama çantalarımı bırakıp hızla ayağıma uzun lastik çizmelerimi, üzerime su geçirmez montumu giyiyorum. Ardından kendimi o geniş çayırlara bırakıyorum. Britanya’da bu mevsimde hemen her gün yağmur yağdığından bazı yerlerde bata çıka yürüyerek ve küçük tepeleri aşarak manejlerin ardındaki gölün kıyısına geliyorum. Uzaklardan bir yerlerden ara sıra gelen ördek sesleri dışında sessizliğin tam ortasındayım. Öylece kalakalıyorum... Zira biraz evvel, her gün on binlerin geçip gittiği Heathrow Havaalanı’ndan çıkıp yüz binlerce aracın geçtiği otobanların üzerinden geçmişim. Sakince oturuyorum ıslak çimlerin üzerine... Sazlıkların arasından süzülerek gelen beyaz kuğu birkaç metre yakınıma yaklaşana kadar kıpırdamıyorum. Kuğunun ardından ördekler geliyor, yavaş yavaş gün batıyor, bense arsızca fotoğraf çekmeye devam ediyorum.


Sonra geriye yürümeye başlıyorum, çayır çimen patika... Birkaç saat olmuş otelden ayrılalı. Yine sessizlik tüm seslerin üstünde. Sessizliği, Şostakoviç’in 2 numaralı Jazz Suiti’ni çalarak bozuyorum. Önce nefesli sazlar geliyor, ardından yaylılar, sonra vurmalı çalgılar. Ve gece... Bir geceyi sonlandıracak en güzel şeylerden biri iyi bir şaraptır. Ardından Hampshire’ın sessiz serinliğinde uyku... Ertesi sabah yine dingin bir yürüyüş; sonra gerçeğe dönüş, otobanlar, kalabalıklar... Tekrar gelmek üzere Hampshire’a veda ediyorum.


Geçmişi 1086 yılına uzanan bina

Günümüzde Four Seasons Hotel’in bulunduğu bina, 1086’da inşa edilmiş. 1501’de İspanyol Prensesi Aragonlu Katherine ile onun gelecekte eşi olacak İngiliz Prensi VII. Henry o tarihte burada buluşmuşlar. VII. Henry evliliklerinden kısa bir süre sonra ölünce, kurallar gereği küçük kardeş VIII. Henry dul İspanyol prensesinin yeni eşi olmuş. Ve bir dönem burada yaşamışlar.


Malikâne zaman içinde önemini yitirmiş ve daha sonra Kral Edward tarafından 1547’de Southampton Kontu Wriothesley’ye verilmiş. 100 yıl aşkın bir süre boyunca Kont Wriothesley’ye ait olan malikâne daha sonra yıkılmış.


1728’de şu anda otelin 1. bloku olan ve adı “Georgian Manor House” olarak geçen malikâne, Ellis St. John tarafından tekrar inşa edilmiş. Binanın daha sonraki sahiplerinden Sir Paulet St. John, Jane Mildmay ile evlendikten sonra eşinin soyadını alan erkek olarak İngiliz tarihinde enteresan bir yere sahip.


1930’lu yıllarda malikâne tekrar kraliyete geçmiş. II. Dünya Savaşı sırasında Polonyalı ve Hollandalı pilotlara hizmet eden bina, Katolik kilisesine bağlı bir okul olarak da kullanılmış. 1981’de çıkan yangın binanın büyük bölümünü yok etmiş. Yangından yalnızca ana bina ve bahçedeki antik duvar kurtarılabilmiş. Daha sonra çeşitli kişiler tarafından el değiştiren malikâne, 2005 yılından bu yana Four Seasons Hotel olarak hizmet veriyor.


Minyatür bir doğa

Four Seasons Hotel Hampshire, şehir insanı için stres ve beton yığınlarından kaçmak ve kafa dinlemek için birebir. Özellikle Londra ve civarında yaşayan çocuklu aileler hafta sonlarını fırsat bilip yanlarında köpekleriyle geliyorlar otele. Otelde çocuk kulübü, oyun parkı, bisiklet parkurları dışında çocuk ve köpek bakıcıları da var. Burası kedi köpekleri, tavşanları, tavukları, “Highland Caddle” isimli sığırları ve daha pek çok farklı küçükbaş hayvanlarıyla minyatür bir doğa parkı. Bizler İstanbul’da oltamızı alıp Boğaz’da balık avlayabiliyoruz ama buna sahip olamayan Londra insanları sırf balık avlamak için bile buraya geliyor. Atıcılık, binicilik, balık tutma, şahin ve doğanlarla verilen eğitimler, botla kanal turları gibi doğayla iç içe pek çok deneyimi de bir arada yaşamak mümkün. Belki de İngiliz insanının genlerinden olsa gerek, at binmek onlar için bir tutku. Kadınlar en güzel elbiselerini, erkekler ise smokinlerini kuşanıp at yarışı izlemeye gidiyor. Four Seasons Hotel Hampshire’ın binicilik kulübünde çocuklar için Pony atlardan Fransız atlarına kadar farklı cins atlar, binicilik tutkusunu yaşamaya olanak tanıyor.


Levent Özçelik

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.