Genelde M. Night Shyamalan’ın filmleri ya sevilir ya hiç sevilmez. Hikayeleri ise bazen dikişi tutturur, bazen de teğet geçer. “Unbreakable” ile başlayan efsanenin 3.halkası olan “Glass” birçok kişi tarafından beğenilmedi, fakat tam tersini savunanlar da var. Söz konusu Shyamalan olunca, izleyiciler kendisinden çok şey bekliyor, yani dememiz o ki; Shyamalan kapasitesi çok yüksek bir yönetmen, ama zaman zaman içindeki seslere ve öngörülere yenik düşüyor. Bütünlüğe çok takılmıyor, bütünü parçalara ayırıp, ayırdığı parçaları ise seyirciye toplattırıyor.


Aslında karakterize ettiği karakterleri göz önüne aldığımızda anlatmak istediği hikâye oldukça basit, çünkü Shyamalan basit şeyleri karmaşık metotlarla süslemeyi seven bir yönetmen… Hatta kendisinin şöyle bir yorumu var: “Gişe hasılatı umurumda değil, ben bağlantılara bakarım. Filmlerimin kültürel fenomen olmasını istiyorum. İzleyici kendisini filmdeki o mekânlarla, insanlarla ve anlatılanlarla bağlantılı hissetmeli.”


Özünde Shyamalan doğayı, paranormal olayları ve parapsikolojiyi başköşeye oturtur ve aralara da serpmeler yapar. İmkânsız dediğimiz, hatta anlamakta zorlandığımız doğaüstü olayların gerçekleşebileceğini öne sürerek, bilinmeyenin ardındaki sırları üstü kapalı bir biçimde irdeler. Aynı “Glass” filminde olduğu gibi…





Süper güçler var mıdır?

“Glass” filminde alter egoyu, teknolojiyi ve psikolojik rahatsızlıkları taban alan yönetmen, belli bir açıklaması olmasa da paranormal kökenli süper güçlerin dünyada var olabileceğini ve var olan o güçlerin dünyaya açıklanması gerektiğini savunuyor ve bunu da süper kahramanlar ironisi üzerinden yapıyor. Hep şöyle düşünmez miyiz? Süper güçler gerçek değildir, onlar sadece hayalimizde vardır. Peki, Shyamalan’a göre bu nasıl şekil alır?


Birçoğumuz mantığını çözemediğimiz şeylere korku ile yaklaşırız, çünkü zarar göreceğimizi düşünürüz. İşte bu noktada Shyamalan mantığını çözemediğimiz şeylerin imkânsız olmadığına kanaat getirir ve ortaya kendince tezler koyar. Tezlerin çoğunun ucu açık kalsa bile Shyamalan adeta kendi evrenini oluşturan bir bilimci gibidir.


Mesela özel güçleri olan kişilere siz hastasınız demek ve bunun da üzerini kapatmak en kolay yöntemlerden biridir. Zaten siyasette de böyle olmuyor mu? Psikoloji üzerinden ikna teknikleri ve telkinler üzerine rota çizen “Glass”, çizgi romanlara ve süper kahramanlara atıfta bulunarak bazen onlar gibi olmak istediğimizin altını çiziyor. Kendi filmleri arasında bir köprü kuran yönetmen Unbreakable’daki ‘kırılamayan’ mitini burada kırılabilir olarak tanımlıyor. Buna ek olarak; süper kahramanlar her ne kadar güçlü de olsalar, yer yer savunmasız kalabilirler mesajını alt metinlere yolluyor. Buradan çıkan sonuç şu: güçlü olanlar da aynı cam misali kırılabilirler.


Psikolojik gerilim misyonu ile yola çıkan film, karakterleri seyirciye tanıtmak yerine onların hayatlarının içine dalarak birçoğumuzun çocukluğunu süper kahramanları anlatan resimli romanlarla büyüdüğünü ima ediyor. Yalnız burada önemli bir mevzu var, o da şu: çizgi romanın sadece bir şovdan ibaret olmadığı ve üstünlük kavramının taşlama edasıyla perdeye yansıması…





İçimizdeki şeytanlar

“Glass”, diğer filmlerle ilişki kurarak, ortaya koyduğu hikâyede, yer alan kahramanların süper kahramanlık dilemması yaşadığını ve bunun da beyindeki ön lobdan (beynin ön tarafında yerleşimli, bilinçli düşünmeden sorumlu olan beyin bölgesi…) kaynaklandığını ileri sürüyor ve hastalara lobotomi (Bakınız: Zindan Adası) yapıldığında neler olacağından söz ediyor. Bu sorunun derinine inmeye çalışan hikâye, Doktor Ellie’nin etrafında dönmeye başlıyor, zira baskıcı otoriter mantalitenin ve o mantaliteye sahip hasta ruhlu insanların özgürlüklerimizi elimizden aldığına işaret ediyor. Zaten bunu son zamanlarda hızla çoğalan distopik filmler aracılığıyla iyice beynimize kazır olduk. Anlatılan şey beş aşağı beş yukarı aynı. “Özgürlük elimizden alınmak üzere, ona sahip çıkın!” mesajı filmin belkemiğini oluşturmakta…


Psikoloji aracılığıyla siyasi oyunlara başvuran yönetmen, içimizdeki şeytanın ve kötülüklerin sevgi ve güven (Casey karakteri) ile iyileştirilebileceğinin mümkün olduğunu aktarıyor. Gerçekten bu günümüz itibariyle mümkün mü? Tartışılır… İktidarı diktatörlük ilkesiyle özdeşleştiren film, verdiğimiz zararların üzerini yorgan misali örttüğümüze dem vurarak, gerçeklerin ortaya çıkmasına izin vermediğimizde neler olacağını açıklıyor.


Bir yandan gizli olaylar açığa çıkarsa neler olur sorusunun cevabını seyirciden bekleyen yönetmen, süper kahramanlıkla ruhsal ve mental hastalıkları tek bir potada eritmeye çalışarak, seyirciye akıl oyunları yaptırtıyor ve seyirciyi labirentin içine yerleştiriyor. Diğer yanda da kendimize ve güçlerimize inandığımızda bize dikte edilen ve zorla dayatılan her şeye karşı çıkmamız gerektiğini sürekli tekrar ediyor.


Kaos ve balans

Bu bir karşı duruş filmi. Tabiri caizse film klasik Shyamalan mantığıyla hareket eden, ama bu kez farklı yerlere parmak basan bir anarşist niteliğinde… Boyun eğmeyin, dünyaya kim olduğunuzu, çekinmeden ve korkmadan haykırın dercesine hareket eden yönetmen, istemeden de olsa balans sağlanmalı yoksa kaos çıkar düşüncesine ışık yakıyor.


Bu şu demek oluyor: “önce kaos çıkmalı ki, ardından balans gelsin.” Yani bunu; doğum varsa, ölüm de vardır mantığıyla yoğurabiliriz. Film ölüm olmazsa dünya dolup taşar yargısını içeriyor, fakat doğanın kodlarını eğip büktüğümüzde de neler olabileceğinin kanıtını elimize tutuşturuyor. Shyamalan’a göre aslında hepimizin süper güçleri var ve o süper güçler zamanla ortaya çıkarak bizi kötülüklerden koruyacak. Kötülükleri de bozuk ve çürüyen sistem olarak tanımlayabiliriz.


Böl ve zorbalıkla yönet! ana fikrine sahip olan film, insanlara süper güç yetkisi vererek zorbalıkla hareket eden kişileri süper güçlerimizle alt edebileceğimizin aslında imkânsız olmadığını hatırlatıyor. Zaten filmde dikkat ederseniz, bazı sahneler çizgi romanlardan kesitler içeriyor.


Filmde dikkat etmeniz gereken bir metafor var, o da dört elementten (ateş, toprak, hava, su) biri olan su! Su (yönetmenin takıntısıdır) “The Last Airbender” filmiyle de yer yer kesişiyor. Aslında Shyamalan bu filmiyle sanki çektiği tüm filmlerin hülasasını çıkarıyor. Bruce Willis’in oynadığı David Dunn karakteri bunun en yerinde örneği…





Kusurlar ve ders niteliğindeki final

Filmin elbette ki, bazı kusurları var. Bunları zaten göz ardı edemeyiz. Nedir bu kusurlar? Bazı sahneler arasında kopukluklar var ve hikâye belirli noktalarda derinliğini kaybediyor. Bazen hikâyeye yerleştirilen göndermeleri, mesajları aynı anda düşünüp çözmek zorunda kalıyoruz, bazen de hiç işin içinden çıkamıyoruz. Yönetmen seyirciyi biliyor kabul ediyor ve hatırlatmalarda bulunmuyor. Eğer “Unbreakable” filmini izlememişseniz bu film sizin için anlamsız gelebilir, zira filme yeni yan anlamlar yüklemek zorunda kalışınız kuvvetle muhtemel. “Unbreakable” filminin son sahnesi aslında filmin kilit noktası!


Açıkça ifade edecek olursak, hikâyenin bazı yerleri oldukça karanlık, aydınlatılmamış! Neyi ne için yaptığını sorguladığımızda ise, farklı sonuçlara ulaşıyoruz veya ulaşamıyoruz. Görsel atmosfere, renklere (özellikle pembe), özel efektlere oldukça önem veren yönetmen çekimler açısından başarılı bir profil çiziyor, lakin bazı sahnelerde kamera titremeseydi daha iyi olacaktı.


Her şey bir yana, seyircinin Shyamalan’ın aklının dehlizlerinde kaybolmasına ya da boğulmasına ne demeli? Bu film herkese hitap etmiyor, alıcısı az. Seyirciyi avlamak için filmin sonunu bekleyen Shyamalan aralarda filme bazı gizli sahneler yerleştiriyor ve o sahneler oldukça ters-köşe…


Sonuç olarak; “Split” filmiyle kariyerini yeniden canlandıran Shyamalan gerilim ve mistisizmin hâkim olduğu “Glass” ile yine ortalığı karıştırıyor, çünkü film Split’in sona erdiği yerden başlıyor ve oradaki konuyu bir süreliğine devam ettiriyor ve bir süre sonra filmin gidişatı değişiyor. Bunu düşünerek mi, yoksa bilmeden mi yaptığına dair yorum getiremiyoruz. “Split” bağımsız bir filmdi, bu film ise çok fazla karmayı bir arada barındırıyor. Özünde, aldatıcı gizliliğin insan hayatındaki yıpratıcı etkisini aktaran Shyamalan hakikate ulaşmak için bazı fedakârlıklar yapılmalıdır, aksi takdirde durum Glass’taki gibi olabilir izlenimini veriyor. Shyamalan’ın ortaya koyduğu acımasız ve frenetik dünya takdire şayan, ona şüphe yok, ancak altı doldurulamayan argümanlar için aynısını söylemek zor, ama bu haliyle bile orta şekerli kahve tadında… Asıl merak konusu neden serinin çok uzun sürede perdeye yansıyışı, işte bu hala bir muamma…


Not: Shyamalan birçok filminde olduğu gibi yine filme kendini ışınlamayı ihmal etmemiş.


Yazı: Arzu Çevikalp

arzu.kultursanat@gmail.com

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.