Nerde trak, orda bırak...

Bu hafta, bir süredir ülkemiz gündeminde olan seçim atmosterinden ve sonuçlarından da esinlenerek bu konuda yazmak istedim... Halk arasında çok kullandığımız bu deyim, aslında sabır ve dayanıklılık gibi hayatta kalma becerilerinin ne zaman bize zarar verecek sınıra ulaştığını hatırlatan bir tavsiye niteliğinde...


Özellikle saygı, sabır, hoşgörü gibi kavramların yüceltildiği ve toplum üyelerinden mümkün olan en üst seviyede talep edildiği kültürlerde, bu talepleri karşılama içgüdüsü de yüksek oluyor. Bu tür özelliklerin takdir edildiği ve desteklendiği toplumlarda bireyler de, sabırlı olabilmek veya zor şartlara dayanabilmek için fiziksel ve psikolojik sınırlarını zorlamaya eğilimli oluyorlar. Bir süre sonra bu dayanıklılık testi, bir başarı mücadelesine hatta bir topluluğa ait hissedebilmek için gerekli ön şarta dönüşüyor. İşte bu noktadan sonra bireylerin kendi fiziksel ve psikolojik sağlıklarına öncelik tanımaları hatta bunu akıllarının ucundan bile geçirmeleri güçleşiyor.


Aslında tüm insan canlılarında içten gelen o “trak” sesini duymaya elverişli mekanizmalar doğuştan mevcuttur. İlk çocukluk yıllarımızda son derece sağlıklı ve doğal bir şekilde sadece bu iç seslere kulak vererek geldiğimiz dünyada yön bulmaya çalışırız. Bize zarar verebilecek şeyleri bizzat deneyimler ve hoşlanmadığımız sonuçları (ileride tecrübe bilgisi olarak kullanmak üzere) derin bir dövme gibi hafızamıza kazırız. Ancak bir süre sonra çevremizde o kadar çok “dış ses” duymaya başlarız ki, içimizdeki sesler giderek cılızlaşır; bir süre sonra duyulmaz olur. En doğal halimizde iken, şafak sessizliğinde ormandaki bir dalın kırılması nasıl yankılanırsa biz de içimizdeki “trak!” sesini gayet net duyup uygun bir şekilde eyleme geçebiliriz. Ancak içimizdeki sesler bastırıldığında, içsel algılarımız karıştığında, aidiyet, onaylanma/kabul edilme ve kendi benliğimiz arasında gidip gelmeye başladığımızda nerede durmamız/bırakmamız gerektiğini fark edemeyiz. En iyi ihtimalle geç fark ederiz; o zaman da eyleme geçecek cesaret konusunda sıkıntı yaşarız.


İronik bir biçimde, kendimize zarar veren bir yoldan dönebilmek için yine sabır, dayanıklılık ve kararlılık göstermemiz gerekir ama bu kez kapasitemizi yanlış bir yolda epeyce tükettiğimiz için bunu yapacak gücü bulamayız. Yapmamız gerekenleri ertelemek için kendimize türlü türlü bahaneler üretir, bizi yeniden özgürlüğe ve sağlıklı bir birey olmaya çıkaracak yola çamur atmaya çalışırız. Öyle yaparsak başımıza şu gelebilir, böyle dersek ters bir yanıt alabiliriz, vs... Bu listeyi zaman geçtikçe iyice ürkütücü maddelerle doldurur, bulunduğumuz yerde acı çemeyi tercih ederiz. Ta ki çektiğimiz acı, diğer yolda olabileceklerden daha dayanılmaz hale gelinceye kadar... İnsan en çok cesareti artık maddi/manevi kaybedecek bir şeyi olmadığında veya buna yakın durumlarda bulur. Belki çok üzücü bir örnek ama intihar girişimi de bu açıdan bakıldığında, son derece olumsuz ama cesurca bir eylemdir... İnsanlık tarihinden örnekler verecek olursak, birçok ulusun bir başka topluluğun esareti altında yaşamaktansa ölmeyi göze alarak çeşitli imkansızlar içinde savaşmayı seçmesi de görülebilir.


Sonuç olarak, öyle ya da böyle, insan olarak kendimizi korumaya ve doğuştan hak ettiğimiz sağlıklı şartlarda yaşatmaya biyolojik olarak programlıyız. Bazılarımız bu şartlar zarar gördüğü anda alarm düğmesine basıp önlemini alıyor, bazılarımız ise artık gücü kalmaya kadar “dur bakalım” düsturuyla durumun daha kötüleşmesini beklemeyi seçiyor. İçinizdeki alarm sisteminin sağlıklı kaldığı, kendi sisteminizin ve yaşam kalitenizin öncelikli olduğunun bilincinde olduğunuz ve bunun uğruna yapılması gerekenlere cesaret bulduğunuz günler dilerim...


Mutlu bayramlar!



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.