Meydan

"...Hemen soyun, gir devrana. Hele hele soyun, çık meydana..."




Fuat sazını çala çala davet ediyor. Davete icabet ediliyor; birçok ruh, yeri öpüp başını koyup meydana çıkıyor. Gülerek dönenler, ağlayarak dönenler, kasılarak dönenler, tüy gibi dönenler, sakin sakin dönenler, fırtına gibi dönenler... Sema vesilesiyle renkler, hisler görünür oluyor, birbirine karışıyor.




Meydanın çevresinde oturup, saatlerce izliyorum. İçimde ne varsa o çıkıyor ortaya. Sıkılıyorsam kendimi eğlendirmeye çalışıyorum, her şeyi geyiğe vuruyorum. Ortamın yoğunluğu, huşu hali, müzikler derken, uyuyan çok kişi var. Bazısı uyuyup uyanıp, gözünü açtığı gibi semaya katılıyor. Gözler yarı açık, hareketler sersemlemiş halde meydana çıkıyor. Kafamda hemen çalmaya başlıyor: "Hele hele zombi çık meydana..." Huzursuzsam, dönenlere sataşıyorum içimden; beğenmiyorum, kulplar takıyorum, aşağıya çekmeye çalışıyorum. Huzurluysam çiçek bahçesi görüyorum, orman görüyorum, çocuk parkı görüyorum, uzayda salınan gök cisimleri görüyorum. Kıyas... Hayatıma dahil olduğu anlar hep cehennem. Hep eksiğim, kusurluyum; hep eksik ve kusurlular. Uzaklaştığında ise rengarenk bi birlik hali. Hiç durmadan şaşırabilirim, büyüyebilirim, izleyebilirim hissi. "En", "daha" gibi kelimeleri hayatımdan çıkarmaya niyet ediyorum. Sözün gücüne, enerjisine imanım tam.




Oruç Hoca'nın gülümseyen fotoğrafı meydanın hemen yanında duruyor. 2 yıl önce Gökçedere'deki dergaha ilk gelişimde görmüş, selamlaşmış, dinlemiştim kendisini. 114 gün boyunca süren, müzik ve semanın hiç durmadığı, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen rengarenk insanların kavuşmasına vesile olan çok etkileyici bi buluşmaydı. 3 gününde bulunup, ilk kez semaya katılıp, çok memnun halde eve dönmüştüm. Döndükten kısa bi süre sonra Oruç Hoca'nın vefat haberi geldi. Başka bi yerdeydim, cenazesine yetişemedim ama Elif izletti mezarlıktaki uğurlamayı. Oruç Hoca vuslata ermişti ve sevenleri onun kavuşmasında, düğün gününde yanında olmuşlardı. Ölüm ışıl ışıl bi yerdi. Gözyaşları yumuşacık ve şerbet gibiydi. Hikayelerini duyduğum, Bab Aziz'de izlediğim kavuşma halini ilk kez gözlerimle görüyordum. Ölüme başka türlü bakabilmek mümkündü.




Geçenlerde Damla'nın ölümle ilgili yazısını okumuştum. Şimdi de ölümü vuslat bilen bi ruhun vesile olduğu buluşmadan dönüyorum. Hikayemde eksik kalan kısımları anlatmanın vaktidir.




18 yaşımı doldurup, reşit oldum. 3 gün sonra seçimler oldu, AKP iktidara geldi. Birkaç gün sonra babamın ameliyata alınacağı söylendi. "Nasıl yani? Ne oldu?" dedim, "Geçenlerde yeni aldığımız eve bakmaya gittiğimizde rengi sarardı, başı döndü. Sana söylemedik. Hastanede testler yaptılar. Çok ilerlemiş bi ülseri varmış. Ameliyatla midenin 3'te 2'sini alacaklarmış. Sonra midenin kalanı toparlayıp büyüyecek, eski halini alacak." Şaşırdım ama korkmadım. Hiç ölüm görmemiştim. Hiç ameliyat görmemiştim. Hiç ülser de görmemiştim. Babam neredeyse grip bile olmayan bi adamdı. Renginin sararmasını, başının dönmesini de görmemiştim. Ameliyat ve sonrası senaryosu da kulağa güzel geliyordu. Ben büyük ihtimalle babamdan önce ölürdüm. Herhangi bi sorun hissetmedim.




Sanırım birkaç gün sonra ameliyata aldılar. Ameliyat günü hastaneye gittim. Uzun süren bi ameliyattı, herkes endişeli endişeli bekliyordu. Ben onlar gibi diildim. "Bi ara biter, sonra babam iyileşmeye başlar, sonra da unuturuz gider..." mood’undaydım. Hatta "ne kadar abartıyorlar!" diye söyleniyordum içimden. Cehaletin huzuru bi başka. Ameliyattan çıktı, yine sanırım, ben eve döndüm. Bu "sanırım"ların nedeni ameliyat öncesi ve sonrası zaman aralıklarını hatırlayamamam. Hatırladığım andan devam edeyim...


Babamın yattığı odadayız. Odada sadece ikimiz varız. Babamın kolunda, burnunda, karnında falan çeşitli borular var. Ağrısı, sıkıntısı çok. Ziyaretçiler gittiği için memnun. Lafa giriyor... "Daha önce gelmeni beklerdim oğlum" diyor. Çok şaşırıyorum. Anlamıyorum. Tekrar ediyor. Ameliyattan önce ya da sonra, hatırlayamadığımı söylediğim birkaç günden bahsediyor. Üzülerek izah etmeye çalışıyorum. "Bana 'şu gün gidersin, şimdi zaten şu halde' dediler. O yüzden gelmedim baba" diyorum. "Olsun, sormanı, inisiyatif almanı beklerdim, gelmediğin için üzüldüm" diyor. Çok korktuğumda ya da üzüldüğümde donarım ben. Donuyorum. Dışımdan gözyaşı, içimden kan akıyor sanki. Bi süre öyle devam ediyor. Konuşabilecek hale geldiğimde özürler diliyorum yutkunarak, şöyle dediler, böyle dediler'le izaha devam ediyorum. O ruh haliyle bitiyor konuşma.




Babam Elazığlı, muhafazakar bi ailenin çocuğu. Bizi hep sevdi, elinden gelebildiği kadar da gösterdi. Duygularını bu şekilde ifade ettiği başka bi konuşmasını ise hatırlamıyorum. Şimdi olsa öttürürdüm gibi geliyor (gerçi o ölmese ben de bu adam olmayacaktım) ancak o zamanlar ben de kapalı kutuyum, belli bi mesafeden seviyoruz birbirimizi. Ameliyat, ölüm korkusu vs. gibi nedenlerle duygusallaştı ve ifade edebildi sanıyorum. Bunun yanında, babam ailedeki istikrarlı, saygı duyduğum, güven veren figür. Annem çok seven ve çok sorun çıkaran rolde. Çatışmaları, huzursuzlukları, panikleri neredeyse hep o yaratıyor. Hepimizi çok yoruyor. Çok seviyorum ve saygı duymuyorum. Abim, öncelikle kaderdaş, bazen oyun arkadaşı, bazen rakip, bazen yarı-baba. İkimiz de ergenliğin çeşitli aşamalarındayız, ister istemez bi mesafe var aramızda. Ben, ailenin küçüğü; çok sevilen ve sayılmayan, kıyılamayan, okuluna gitmek dışında hiçbir sorumluluğu olmayan sevimli tip. (Oha bu arada, hayatımın, ilişkilerimin, tıkandığım ve dönüştürmeye çalıştığım şeylerin yüzde 90'ını falan özetledim sanırım bu kısa aile tanıtımıyla.) Sadede gelirsem, babamın dedikleri çok önemli benim için. Öyle olduğu için de yıkılıyorum. Bi kere zavallının, işe yaramazın, en basit bişeyi bilemeyecek biriyim. Üstüne babam sevgimden şüphe ediyor. Onun gözünde bi hayalkırıklığıyım. Ki bu ifade ettiği ilk hayalkırıklığı diil.




Ortaokuldayım. Annem tuvalet ve temizlikle ilgili korkuları dayayıp duruyor. Çişimi yapayım ama kakamı yapmayayım, şöyle kirlenirim, böyle hasta olurum falan. Bi gün çok sıkışıyorum, patlayacak gibi hissediyorum. Kirlenir, mikrop kaparım diye gitmiyorum tuvalete. Zaten ufak tefek, gözlüklü, sıfır özgüvenli bi tipim; ödüm kopuyor altıma yapıp rezil olacağım diye. Büyük korkularla, ecel terleriyle dersi ve günü bitirip eve ulaşıyorum. Sonra her gün 1 saat erken uyanmaya, tuvalette oturmaya başlıyorum. Aylar sonra bi gün turnuva var. Okulun satranç takımının kaptanıyım, babam çok gurur duyuyor bununla. Tarabya Oteli'nde turnuvaya gideceğiz. Hocamız bizi evlerden alıp, turnuvaya götürüp getiriyor. Ev Cevizli'de, o güne kadar mahallenin ötesine gitmişliğim yok kendi başıma, Tarabya'ya gidiyoruz. 2 gün gidip geliyoruz. 3. gün erken kalkıyorum ama tuvaletimi yapamıyorum. Zaman daralıyor, daralıyor ve hoca kapıya geliyor. Babam "Hocan geldi, çıkman lazım" diyor. 2 saat yol, yolda gelirse naparım, "Baba hastayım, gidemeyeceğim" diyorum. Israr ediyor, ben de ısrarla hastayım diyorum. Babam çok bozulup, "Oğlum, senden hiçbişe olmaz!" diyor. Hayatımın çoğunda bunu doğru bilip, "benden hiçbişe olmadığını" söyleyebilirim.




Hastane süreci aylar sürüyor. Nöbetleşe bakıyoruz babama. Çok uğraşıyorum rahat etsin diye. Birkaç kez de söylüyor benim nöbetimde rahat ettiğini. 5-6 ay sonra falan "geçmeyen ülser"e isyan ettiğimde annem kanser olduğunu itiraf ediyor. Kanseri de bilmiyorum ki. Ülserden daha kötü tamam ama babamın ölmeyeceğinden eminim. "Kemoterapi biter, yemesi düzelir, midesi büyür, hoop iyileşir..." gibi denklemler var kafamda. Kemoterapi bitiyor, karaciğer patlıyor, kemiğe sıçrıyor. " Radyoterapiyle kemik temizlenir, ilaçlarla karaciğer toparlar, sarılık biter, yemesi düzelir, mide büyür, hoop..."


Böyle böyle aylar geçiyor, 90 kiloluk adam 40-50 kilolara düşüyor, ben hala buradan maçı alırız mood’undayım. Ölümünden 3 hafta önce abim "Sen artık gelme, babamın bakımı zorlaştı, ben doktorum, halledebiliyorum" diyor. Benim panik atak sürecim de coşmuş durumda, insan içinde kötü oluyorum, at dozu Xanax kullanıyorum, bi iki kez babamın başında uyuyakaldım falan, kabul ediyorum. 3 hafta sonra çağırıyorlar, yatakta yatan, bilincini yitirmiş bi iskeletle karşılaşıyorum ve vücudumu sarsan bi şok halinde ölümle tanışıyorum. Buraları anlattım zaten.




Sonra yıllarca yas tutuyorum. 4 yıl ilaç kullanıyorum, sık sık ağlıyorum, intihar düşünüyorum vs. Bakıyorum bissürü yıl geçmiş, hala ağlıyorum, hala aynı şekilde hikayeyi anlatıyorum. Anlattıkça insanlar üzülüyorlar, şefkatlerini, gözyaşlarını paylaşıyorlar. Tekrar anlat, tekrar ağla, tekrar yas tut, dönüp duruyor aynı şeyler. Burada yazdıklarımı anlatmıyorum ama, "Ben zaten babamı ihmal ettim, ölmeden önce de veda edemedim" kısmından utanıyorum. Babasını kaybettiği için sempati toplayan ama aslında babası sağken evlatlığın hakkını verememiş ikiyüzlü adam olarak suçluyorum kendimi.




Anlatırken de ikiyüzlülük suçlamasıyla kendime dalarken de fark ediyorum ki, babam kalmamış mevzunun içinde. Adam ölmüş mis gibi, meseleyi halletmiş. Sürekli babasını kaybeden zavallı Baran'a, hem babasını kaybedip hem de yapamadıkları için kendini suçlayıp duran yine zavallı Baran'a ağlayıp duruyorum. Ağladıkça, sevildiğim, herhangi bişe yapmam gerekmeyen, haklı falan olduğum, konforlu bi yerdeyim. Neşe için, coşku için, başka hallerimle sevilmek için, dönüşmek için emek vermem lazım, yaratmam lazım, irade göstermem lazım; hüzünse zaten elimde.




Neyse ki rutin bayıyor. Kendine acımak, ağlamak, hatta müzik dinlemek, dondurma yemek bile durmadan yapılınca bayıyor.




Bişelere üzülmüş, bişelere takılmış, bişelerle yükselmiş, bişeleri anlamış bi Baran var elimde. Öfkesi, kıskançlığı, şefkati, tatlılığı, zekası, şapşallığı, becerisi, beceriksizliği, korkusu, cesareti hep bi arada. Bissürü şeyi yapamıyor, yapmayı denemekten bile korkuyor; bazı şeyleriyse bayaa güzel yapıyor. Kendime hep hatırlattığım soru şu: Ben bu sakatlanmış ve büyümüş ve korkmuş ve yükselmiş ve üzülmüş ve sevinmiş ve ve ve ve ve bissürü ve Baran'la ne yapacağım?




Tek meydan sema meydanı diil; orada düşeceğim diye korkan Baran için bu meydanda sonsuz cesaret var. Haberim bile olmayan inisiyatifleri alamadım zamanında, şimdi alabildiğim acaip acaip inisiyatifler, ihtiyaç zamanında yanında durduğum güzel güzel ruhlar var. Okul tuvaletine yapamadığım kakayı, Etiyopya'nın çölünde, 1000 kişinin tuvalet olarak kullandığı, otururken 100 tane sineğin üstüme konduğu deliğe yapıyorum.




Kurban diilim. Hiçbir zaman da diildim.




Ve benden çok şey oldu.




Hele hele kurban, çık meydana...

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir offff. teşekkürler!
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.