Pembe, mavi ve diğerleri

Ultrasonda beni kız sanmışlar.



1984 yılında teknik zayıf, halıyla falan görüntülemişler herhalde, "Kızınız olacak" demiş doktor bizimkilere. Taksiyle gittikleri hastaneden otobüsle dönmelerini annem bu habere bağlamış, yıllardır öyle anlatır. Babam, rahmetli önce bozulur, reddeder, sonra o da herkesle birlikte gülümserdi. Doğulu bi erkek olarak, erkek çocuğa daha çok sevineceği varsayımı var. Kız yeğenlerine olan sevgisini bildiğim için ben katılmıyorum annemin varsayımına.



Her şeyimi pembe hazırlamışlar. Kıyafetler, örtüler, onlar bunlar... İsmim de Hazan olacakmış. 31 Ekim akşamı 9 sularında pek sevgili organımla çıkınca annemin karnından, afallamış halkımız. Oldukça mütevazı bütçeli bi aile olduğumuz için kıyafet ve örtülerin bi kısmını kullanmışım, bi kısmı ise mavilerle değişmiş. O birkaç yıldan sonra tekrar pembe bişe giymem için dünyanın güneşin etrafında 30 kez falan dönmesi gerekti.



Ergenlik isimli uyumlanma ve kendimi bulma gayretinde sürekli, tepeden tırnağa siyah giyiyordum. İçime sinerek anlamlandıramadığım, öyle olunca da nereye yönlendireceğimi bilemediğim enerjim-tutkum-isyanım siyahta rahat ediyordu galiba. O kadar belirsiz enerji olunca, garip garip de kutsallar yaratıyordum haliyle. Siyah da onlardan biriydi. Üstün renk gibi bişeydi, yeterince anlaşılmıyordu falan. Geçenlerde Elif, Feysbuk'ta, "Bi portal açılsa, 15 yaşınıza bi iki cümle nasihat edecek zamanınız olsa, ne söylerdiniz?" diye sormuştu. "Hiçbişeyi kutsal bilme. Kasacağın, hakkında gülemeyeceğin hiçbişe olmasın hayatta." yazasım gelmişti. Şimdiki halimden memnun olduğum için o güzel çocuğun hayatına karışmamaya karar verdim sonra. Şu an bildiğimi zannettiğim şeylerle ahkam kesmek yerine sıkı sıkı sarılmayı uygun buldum.



Bi aşamada içim şişti siyahtan, ufaktan griler, kahverengiler eklendi. Sonra neyse ki zamanla tutkumun rengi değişti, kırmızıya aşık oldum. "Kırmızı olsun, üç kuruş fazla olsun." sözünün karşılık bulduğu insanlardan biriydim artık, ne görürsem kırmızısını arıyordu artık gözlerim. Ateşe ve en görkemli hali saydığım yanardağlara çok fena aşığım hala, değişeceğini de pek sanmıyorum.




Aşık olmak tüm hayatımı değiştiren, tüm kutsallarımı komik, tüm tepkilerimi anlamsız kılan bi devrim oldu. Renklere karşı koyduğum gerzek duvarlar adım adım yıkılmaya başladılar. Kendimi yollarda, çiftliklerde, ıssızlarda buldukça yeşile bulandım öncelikle. Renklerim muhafazakar bi insanın hızıyla, yavaş adımlarla çoğalıyordu. Annem hiç giydirmedi, giyersem de "Iıy, o ne acaip renk, nereden buldun o tişörtü?" diye alttan alttan işledi diye kendimden uzak tuttuğum renkleri denemeye başladım. Turuncunun canlılığı, sarının çocuk haline kavuştum sittin sene sonra. Annem napsın, ona da öyle işlemişler. Siyah, beyaz, gri, lacivert, kahverengi falan saygınlık demek onun için. Mesela bordo güzel ama kırmızıya yeri yok. Turuncu, mor, pembe falan ne münasebet düzeyindeler. "Bi ağırlıkları yok." Coğrafya gerçekten kader. Dünyanın belli bi ülkesinde, o ülkenin belli bi bölgesinde doğuşum kaderimi şekillendiriyor; ürediğim rahim ve testis mikro-coğrafyaları ise o şeklin ayrıntılarını belirliyor. Mikro ve makro coğrafyalar ne kadar değişir, çeşitlenirse, kaderim de paralel bi süreçten geçiyor.




O açılım sürecinde pembe ve maviye olan tepkimi fark ettim. Hikayemin en başındayken iki kalıptan birine sıkıştırılmam, sonra onun farklı söylemlerle dayatılmaya devam etmiş olması acaip gıcık etmiş beni. Sırf birileri öyle belletti diye bişeye takılı kalmak da, başka bişeye gıcık olmak da aynı terane aslında. Hepsi kısıtlıyor. Gökte, denizde, gölde, derede bakmaya doyamadığım maviyi üstüme geçirebilmem son yıllarda nasip oldu ancak. Önce kızların, sonra gaylerin rengi bildiğim pembeyi giyebilmem ise ondan bile yeni. Bi eşya, özellikle de kıyafet alırsam önceliğim hiç tatmadığım renklerde, bazı renklerin yok saydığım tonlarında artık.


Öğleden sonra bindiğim Tavşantepe-Kadıköy metrosunda otururken kafamı kaldırdım ve tüm vagonun erkeklerden ibaret olduğunu afallayarak fark ettim. 5-6 yıl önce permakültür tasarım sertifikası eğitiminden arkadaşım Baysal'la geç vakitte metrobüse binmiş, çevremize baktığımızda sadece adamları görüp üzülmüştük. Baysal "Monokültür işte abi." demişti. Endüstriyel tarım amansızca artan insan nüfusunu besleyebilmek ve maksimum kar elde edebilmek için binlerce dönüm araziye tek tip ürün ekiyor ya hani. O ürünü "verimli" kılabilmek için de etrafını "düzenliyor", o ürün dışındaki her şeyi öldüren ilaçlar kullanıyor. Birçok insan bakınca görüntüye, "Ne güzel olmuş muntazam muntazam." falan diyor. Monokültür üç aşağı beş yukarı bu demek. Bazı yerlerde kadınlar olmasın, hiçbir yerde lgbti bireyler olmasın, başka dil olmasın, başka kıyafet olmasın, azınlık olmasın gibi gibi...




Baysal'ın benim için cuk oturan benzetmesi aklıma gelince vagondaki biraderleri inceledim. Belki 30 adam vardı ve renkler beyaz, siyah, gri ve lacivertten ibaretti. Üstümdeki mint tişört ve pembe şorta bakıp sırıttım. Üstünlük hissi falan diil; kendi çeşitlenişim hoşuma gitti sadece.




Renklerin Kökeni diye bi kitap okumuştum. Evrenin, dünyanın oluşumundan, canlılığın ortaya çıkışını, devamında da çeşitliliğin patlayışını nedenleriyle anlatıyor. Milyonlarca yıl boyunca dünyada sadece yeşil var olmuş ilk başlarda. Canlılık eşittir yeşil gibi bi denklem varmış. Her şeyin güneşten geldiği, rekabete gerek olmayan o uzun yıllarda başka renklere, desenlere, şekillere ihtiyaç duymamış ata canlılar. Bi aşamada şartlar ve işler değişmiş, karmaşıklaşmış; üremenin, devamlılığın yolu farklı olmaktan geçmeye başlamış. Kesin olmamakla birlikte, tahminen ilk sarı çıkmış meydana. Sonra da diğer renkler. Canlılığın bütün olayı seçilmek olmuş o zamanlardan beri. O güzelim çiçeklerin, kelebeklerin, kurbağaların her renginin, her deseninin, tüm acaipliklerinin tek nedeni seçilmek ve olaya devam edebilmek. Gözlerimizin önünde gerçekleşen mucizeyi, bu cennet bahçesini de ihtiyaçların getirdiği rekabete borçluyuz.



Feysbuk'ta, Instagram'da yırtınmak ya da "cool takılmak"; en çok okuyan, gezen, bilen, espri yapan olmak; türlü türlü soyunmak, çeşit çeşit giyinmek; farkındalık, ekoloji, politika şampiyonları olmak... Hep aynı kapıya çıkıyorlar gözümde. Elbette bazısının hayrı daha geniş alanlara yayılıyor. Sebeplenenleri daha çok oluyor.




Sebeplenen oluyorsa ne ala ya, bu yazıları kadınlar beni öpsün, erkekler de "aslanım benim!" desinler diye yazıyorum mesela ben. Yoksa ne uğraşacağım, oturur çayımı içer, sadece izlerim. Olayın kendisi zaten çok güzel.

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.