3'e kadar sayıp atlıyoruz
De te fabula narratur. Anlatılan senin hikayendir. (Bazı klişeler çok güzel.)
Sene 2015, büyük yamulduğum bi dönemin üstüne Nepal’e gidiyorum.
Nepal, bence dünyanın terası. Her şey çok yüksek orada. Huzur, sevgi, dağlar, kafalar… Etkinlikler de öyle valla. Sadece Nepal’de yapılabilecek versiyonlar var.
Kuru kuru “tekrar başlamak” olmaz, hakkıyla bi pastörize olayım bari diyorum. 40 günün 25'ini falan hiçbir şey yapmadan, sadece dağlara, göllere bakarak geçiriyorum. (Son günlerde artık elimi kalbime götürüp, ağaçlara, kuşlara, yusufçuklara falan selamlar veriyordum.) Pastörizasyonun diğer aşaması için de, korktuğum şeylerin bi kısmını, Nepal’deki özel versiyonlarıyla yapmaya karar veriyorum. Önce yamaç paraşütü, ama akbabalı, parahawking versiyonu. Sonra zip flyer (gugıl-görseller). Himalayalar’a karşı, en eğimli-hızlı olanı.
Ben 2. kattan aşağı bakarken 2 elimle de tutunurum. Düşme korkusu, kontrol manyaklığı… Bi güvensizlik hali işte. Başka nedenlerle beraber, yüzme ve bisiklete binmeyi öğrenemememin temel nedenlerinin de aynı olduğunu düşünüyorum. Yüksekten öyle korkarken yamaç paraşütü ve zip flyer’a kalkışmak kendimce güzel hareketler. Korkuyorum, keyif alıyorum, deneyebildiğim için iyi hissediyorum.
Ama bungee jumping başka bi şeymiş.
Nepal-Tibet sınırının dibinde bi vadi. Katmandu’dan 3.5-4 saatte, bozuk yollardan gidiliyor. Cennet gibi. Yemyeşil. Garip garip bitkiler, kuşlar, maymunlar. Dünyanın en yüksek doğal bungee jumping alanlarından birini kurmuşlar bu vadiye. Çelik bi asma köprü var. 160 metre yüksekliğinde. Aşağıdan gürül gürül bi nehir akıyor, köpüklü möpüklü. İlk gelişte, toplu alanda mola vermeye, çantaları bırakmaya, programı dinlemeye falan giderken, üstünden bi geçmek icap ediyor o köprünün. Geçerken zangır zangır titriyorum. Biraz sonra kendimi atacağım buradan aşağı. Üstüne para vermişim bi de.
Yarım saat-1 saat bişe sürüyor, ilk gelişle atlama sırasının geldiği an arası. Dakikada 7'şer kez falan düşünüyorum vazgeçmeyi. Ama kendinden çok bıktıysan, denemelerden vazgeçmiyorsun arkadaş.
Grup grup alıyorlar kilolara ve seçilen tarza göre. Bungee jumping’de ayak bileğinden sarkıtıyorlar. Olay baş aşağı. Canyon swing var bi de. Onda belden bağlı halde atlanıyor.
Millet atlıyor da atlıyor. Sonunda bana geliyor sıra. 4-5 kişilik bi grup olarak köprünün üstüne alıyorlar. Kalbim 1500 falan atıyor. Geyik yapmaya çalışırken ağzıma geliyor, geri yutuyorum. Önümdeki 2 kişi atlıyor. 3. kişi ben oluyorum. Önce bi sandalyeye oturtuyorlar, sıkı sıkı bağlıyorlar, belden, kasıktan, ayak bileğinden vs. kurbanlık koyun hisleri içindeyim. Ama o an bile testisleri düşünüyorum. Kendimce kontrol ediyorum nasıl bağlamışlar diye. Sağ kalırsam aksiyona halel gelmesin. Erkeklik çok acaip bi kafa.
Sonra köprüden daracık platforma geçilen kapıyı açıyorlar. Korkulukmuş, telmiş, o lüksler geride kalıyor. Küçük adımlarla yürü diyorlar. Arkamda görevli adam, önde ben yavaşça ilerliyoruz. 1 metrelik platformda ilerlemem 10 yaş falan götürüyor benden. (Sonra videosunu izledim. Herif meğerse arkadan küçük küçük topuklarıma vuruyormuş ilerlemem için, kendim yürümüyormuşum :D ) Veterinere götürürken üstüme yapışan kedim Fıstık gibi bişelere tutunmaya çalışıyorum önce nafile. Sonra, beni bu dünyada en iyi ve en güzel gören kişi olduğunu sandığım Yeliz’in videoyu izlerkenki tabiriyle bebekliğime dönüyorum. Yüzüm bembeyaz, gözlerim faltaşı, omuzlarım yerlerde, titreyerek ilerliyorum (farkında olmadığım ittirmelerle). Arkadan sesleniyor adam: “3’e kadar sayalım, sonra atla!”
Geriye dönemezdim. Artis artis söylemiyorum, litırılli (kelimenin gerçek anlamıyla) dönemezdim. Platform aşırı dar. Bacaklarım titriyor. Kıpırdayamıyorum. Ya acı çekmeye devam edeceğim ya da artık ne olacaksa hayırlısı. Zıplayacak mecalim yok. “Bitsin ulan bu ızdırap!” diyerek bırakıyorum kendimi.
Matrix’te uçuyorlar ya hani garip bi hızla. Öyle uçuyorum aşağı doğru. Gözüm ardına kadar açık. Nefes almıyorum. 3-4 saniye sürüyor sanırım ilk düşüş. Hissettiğim çok daha uzunu tabii. Hayatımda hiçbir şey hissetmediğim, nötr olduğum tek aralık sanırım. Ne kaygı var, ne umut, ne korku, ne mutluluk, ne acı, ne plan... Hiçlik. “Arif anı seyreyler” modu bu mu acaba?
Sonra ilk sekiş. İp bitiyor tabii bi aşamada. Bi mahalle maçında kader golünü attığımda, bi de bi kadın, o ilk muhteşem günlerde, hem çocuk hem kadın gözlerle, parıl parıl bakarak, beni sevdiğini söylediğinde… Hayatımda, sadece o anlarda buna yakın bi saf mutluluk hali hissetmişimdir. Onlar bile bu kadar pürüzsüz diillerdi sanırım. Sadece mutluyum ya. Sadece salınıyorum. Sekiyor, etrafımda dönüyor, nehri, dev ağaçları, vadiyi oluşturan kayaları, kuşları izliyorum. Rüzgar ve güneş ışığı içimde. Ve, “yalancıyı şaapsınlar”, kafamda piyano çalmaya başlıyor. Yann Tiersen ezgileri gibi. Ama bildiğim bi tanesi diil. Belki bi ara dostlarına, aşık olduğu insana falan çalmıştır, kaydetmeden. Duymak o zamana, o mekana, bana kısmet olmuştur belki.
Yavaş yavaş salarak aşağı indiriyorlar. Yere yaklaşınca uzattıkları çok uzun bi sopaya tutunuyorum önce. Sonra nehrin kenarındaki, sedye gibi bişeye doğru alçalıp konuyorum. Yatarken çözüyorlar bağları.
Sonraki 5 saat boyunca hiç durmadan anlatıyorum. Her yerde, her gördüğüme, hiç durmadan sırıtarak anlatıyorum. Attığım golü babama anlatır gibi anlatıyorum. O kadar mutluyum ki, kimse bozmuyor valla. Sırıtarak dinliyor herkes.
Gece orada, ormanın içindeki çadırımda, huzurlu huzurlu kalıyorum. Sabah çantaları alıp minibüse doğru yürümeye başlıyorum. O köprüden son kez geçerken, o korkuluklara, risksizliğe, genişliğe rağmen zangır zangır titriyorum. Köprünün sonuna neredeyse kaçarak ulaşabiliyorum.
Bunu yazarken de, birine yüz yüze anlatırken de, herhangi bi anda, uyumadan önce falan aklıma geldiğinde de, yine oradaymış gibi, her detayı yaşar halde, zangır zangır titriyorum.
…
Kendi renklerinizin, bazı detayların falan farkındayım ve de bayılıyorum bu çeşitliliğe. Bununla beraber, ne kadar farklı olabiliriz ki? Mekanlar, zamanlar, imkanlar, seçimler kısıtlı olduğu için her birimiz trilyonlarca olasılığı ıskalayarak öleceğiz. Sadece birbirimizin hikayeleriyle büyüyebilir, birleşerek tamamlanabiliriz.
Bunu bilmeme ve aslen buna güvenmeme rağmen, tamamen açık olan, milyon tane renk ve bakış barındıran bu ortamda, en mahremim olan şeyleri anlatırken, o platformda hissettiklerime yakın şeyler hissediyorum. Korkuyorum yargılanmaktan. Anlaşılmamaktan. Güvenimin yara almasından. Muhafazakar akrabalarımın, eski sevgililerimin, okuduğu şeffaflığı kaldıramayabilecek olan herhangi bi canımın sırtını dönmesinden. Delirdim kısmen, tamam. Ama yeterince diil henüz. Hala kolay diil hiçbişe.
Birimizin de güvenmesi gerekiyor arkadaş. Güvendikçe birileri de ona güveniyor çünkü. Güven bi tavır. Ya hep ya hiç şeklinde gelişiyor neredeyse. Güven bi başladı mı, bambaşka insanlara dönüşüyoruz. Yapayalnız olmuyoruz artık o karanlıkların içinde. Hesapsız gülümsemeye, birbirimizin gözünün içine bakmaya başlıyoruz. Güvenden daha kıymetli bi eksiğiniz, özleminiz var mı bu hayatta?
Korka korka atlayalım derim ben. Arada çaktırmadan vururuz da birbirimizin topuklarına. Sonrası başka bi alem. Bu karanlığın içinde çürümek zorunda diiliz. Valla diiliz.
YORUMLAR