Fasulyeden umut
Her şey maydanozla başladı.
Ufacıktım daha. Annem balkonu, odaların bi kısmını ve pencere kenarlarını bitkilerle doldururdu. Kendisi Rizeli. Yemyeşil bi köyün kızı. Hayat onu İstanbul'da yaşamaya sevk etmiş, o da yaşadığı her yeri köyü gibi yapmaya çalışmış. Öyle olunca, çok da büyük olmayan apartman dairelerimizi bissürü bitkiyle paylaştık biz de. Babam, abim ve ben uzunca süre söylendik bu duruma. "Bi tane balkonumuz var, ona da zor giriyoruz..." falan filan gibi. O balkondaki saksılarda yenidünyayla tanıştım küçük yaşta. Minyatür nar ağacıyla tanıştım. Ayçiçeğiyle tanıştım. Saksıların yanında kendiliğinden fırlayan tilki üzümlerini yedim.
Bi gün saksılardan birine maydanoz tohumlarını ektim. Annem görev verdi, bi süre suladım kendisini. Sonra bi gün bi baktım toprağın içinden ufak tipler çıkmaya başladı. O duyguyu yaşadıktan sonra başka bişeye dönüşüyor insan. Heyecanla izledim büyümelerini. Yemeğe, köfteye katıldıklarında gururlandım. Heheeyt. Benim maydanozumdu yediklerimiz. (Maydanoz en sevmediğim yiyecek bu arada. Arkadaşlarımı güldürmek için "En büyük düşmanım maydanoz." falan derim. Bilenler yediğim yemeklere, salatalara katmazlar. Çok baskın bi tat, alışamadım, sevemedim işte, napayım.)
Sonra o saksılara biber ektim, soğan ektim, domates ektim. Her birinin büyüme hallerini izledim. Dünyanın en lezzetli şeyleri oldular benim için. Bi gün fasulye denedim. Suladım, suladım, değişen bişe olmadı. Toprağa bakıp bakıp dönüyorum her gün. Tam ümidi kesiyorken pıt diye yeşil bi tip fırladı toprağın altından. Hayatımın en mutlu anlarından biridir. Fasulye büyüdü sonra. Her dönem mahalledeki kızlardan birinden hoşlanmışımdır mutlaka platonik. O fasulyeye aşık olduğum gibi hiçbirine aşık olmadım ama. Nasıl bi güzellikti, zarafetti yalabbim. Fethi Abim geldi bi gün bize. "Baran, fasulye saksıda sebze vermez ama haberin olsun." dedi. Bi süre umudumu sürdürdüm, sonra gerçekten de sebzeye dönüşmedi. Biraz üzüldüm ama olsundu.
Annem gittiğimiz her yeri saksılarla doldurmaya devam etti. Bense biraz uzaklaştım bişeler yetiştirmekten. Ergenlik falan gibi kendi varoluş dertlerimle uğraştım. Lisede Serdar'ın bahçeli evine gittik ilk defa. Orada ulu bi meşe ağacı vardı. Uzun zaman sonra bi bitkiyle bağ kurdum yeniden. 10'lu yaşlar bitti, 20'ler başladı. 20'ler bitti 30'lar başladı. Defalarca değiştik; yıkıldık, baştan başladık, küçüldük, büyüdük, uzak durduk, yakınlaştık... Meşe ağacı hepsine şahit oldu, hep oradaydı. Hala orada çok şükür.
Küçükken laleyi çok severdim. Sonra papatyaya aşık oldum. İlk sevgilime papatyalar alıp durdum. Menekşe geldi, gelincik geldi, nergis geldi, passiflora çiçeği geldi. Büyüdükçe birini diğerinden ayırmalarım azaldı. Artık bildiğim şey şükür hali. O renkleri, desenleri görebilen gözlere, kokuları koklayan burna, bu çeşitliliği algılayan beyne sahip olmanın verdiği şükür hali.
Dünyayı gezmeye başladım. Güney Afrika'da safari yaparken derdim hayvanlardı. Gergedanlar, filler, zebralar, zürafalar, sırtlanlar, antiloplar, timsahlar, suaygırları, buffalolar ne varsa izledim çocuk heyecanıyla. Bi tek leopar göremedim. Onu gören cennetlik gibi bişe zaten. Bi umut aramaya devam ederken evsahibimiz Marc 2000 yaşındaki baobab ağacıyla tanıştırdı bizi. 2000 yaşında! Bildiğim, okuduğum tarih akıp gitmiş, o hep oradaymış. Algım bi kez daha değişti. Gittiğim yerlerin ağaçlarıyla da tanışmalıydım artık.
Angkor Wat'ın çevresinde aşık olduğum ağaçlar var. Machu Picchu'nun ortasında duran bi ağaca da fena halde aşığım. İsveç'in Stjarnsund kasabasındaki bi ağaca aşk acımı anlattım uzun uzun. Bayramiç'teki bi meşeyle dertleştim defalarca. Babamın mezarının yanında büyümüş asmayla dertleştiğim gibi. Çok canım yanan bi dönemde Sevil beni Sığacık'taki meşenin altına götürdü. Şemsiye gibi sardı bizi o meşe, saatler sonra yanından ayrılırken kalplerimiz çok daha hafifti.
Guatemala'da La Ceiba ile tanıştım. Mıknatıs gibi çekti her defasında. Kaldığım hosteldeki gönüllülerden birkaçı kurumaya başladığını, o yüzden o yıl hala yeşillenmemiş olduğunu iddia ettiler. Nehri geçip altına oturduk bi gün. Kovuğuna girdim ilk kez bi ağacın. Karanlık, balçıkla kaplı kovuktan yarasalar uçtu. Biraz orada konuştum, sonra çıkıp köklerinde oturdum saatlerce. Öptüm, sarıldım. Sebastian ve Dana'yla tüm günü gölgesinde geçirdik. Sonra ayrıldık oradan, Tikal'e doğru yolumuza devam ettik. 10 gün sonra gönüllülerden kardeşim Tarık bi video gönderdi. Yemyeşildi La Ceiba. Videoyu izlerken hüngür hüngür ağlamaya başladım mutluluktan. Tikal'de başka bi La Ceiba'yla da tanıştım. Guatemala'nın tüm şamanları toplanıp etrafında ayin yapıyorlarmış bazı özel günlerde. Dünyayla ruhların dünyasını bağlayan geçitmiş o ağaç.
Hindistan'da banyan var. Bi kökten doğuyor, onlarca dal üretiyor, o dallar toprakla birleşip yeni köklere, gövdelere dönüşüyorlar. Orman sandığım şeyin tek bi ağaç olduğunu fark ediyorum. Tek başına orman oluyor banyan. Hangisi ilk gövde, hangisi sonradan, belli diil. Daha başka sevmek için uğraşırken "Bana bak işte!" diyor. "Yalnız mı hissediyorsun; bana bak! Tek bi gövde şart mı sanıyorsun; bana bak!"
Oradan Madagaskar'a gittim. Binlerce yıllık devlere, baobablara sarıldım bu defa. Su yok, yaşıyor; yıldırım düşse yaşıyor, yangın çıksa yaşıyor, kasırga kopsa yaşıyor. Gövdesi kapkalın, kuraklığın ortasında tek başına yaşıyor.
Fas'ta okyanus kenarında arganı gördüm. 50 derecede, tuzlu toprakta, sert rüzgarlarda duruyor orada. Eğri büğrü, dikenlerle dolu. Zeytin gibi meyveleri, yağ fışkırıyor içinden. İnsanlar, keçiler, kuşlar gölgesinde, dallarında. Her biri gölgesi, yaprakları, meyvesiyle var oluyorlar.
Her biri var olmanın, yeterli olmanın, faydalı olmanın, sevmenin türlü türlü yollarını öğretiyorlar. Hiçbiri diğerinden güzel diil, üstün diil.
Gezi direnişi başladığında ben ağaçlara sarılan, konuşan, çevremle ilgilenen biri diildim. Bana kalsa o ağaçlar kesilirdi, kılım da kıpırdamazdı. Arkadaşlarımın canı yandığı için hiçbir zaman sevmediğim Taksim'e gittim. Gidiş o gidiş, haftalarca oralarda oldum. Birkaç ağaç milyonlara vesile oldu, milyonlar birbirlerini dönüştürdü. Canım defalarca yanmasına rağmen bi kez olsun şiddete başvurmadım. Çevremdeki kimse de başvurmadı. İşler büyüdü, komplo teorileri devreye girdi, insanlar yargılandı, yargılanıyor. Belki "düşmanımın düşmanı" diyerek planlar yapan da olmuştur; her şeyi bilemem. Bildiğim bişe var; Gezi'den beri başka bi insanım ben. Öncesinde vardıysa da o zamandan beri düşmanım yok mesela. Anlaşmakta en zorlandığım, canımı yakmaya meyilli, beni düşman görebilecek birileri bile düşmanlarım diil, kardeşlerim artık. Bazen hiçbişeye yaramıyor gibi görünse de hepimizin bir olduğunu hatırlatmaktan başka çare göremiyorum. Yorucu ve çok uzun soluklu bi yol; ama yolum bu.
Yırca'da zeytin ağaçlarını kestiler. Hayatımda ilk kez otostop yaparak, arkadaş, yoldaş beklemeden atlayıp gittim. Gitmeden sevdiklerimin bu dünyadan göçmüş yakınlarını ve yeni doğmuş çocuklarını not ettim bi deftere. Yüzlerce yaşındaki zeytinlerin cenazelerine baka baka incecik fidanları diktik, hiç tanışmayan insanlar omuz omuza. Ölenler ve yeni umutlar zeytinde bedenlendiler bi kez daha. Bi ağacın adı Aslan mesela; hem babamın, hem o zamanlar yeni doğmuş yeğenimin adı.
Ölenlerin ve yeni doğanların adına dikeceğim fidanları not ederken Tayyip Erdoğan'ın annesinin cenazesindeki halini düşündüm. Sevgisini, gözyaşlarını, kalbini gördüm o görüntülerde. Bi fidanı da annesine adadım. Bazen kafamın içinde konuşuyorum kendisiyle. "Tayyip Abi.." diye sesleniyorum. Sayın, bey falan samimiyetsiz geliyor çünkü. "Sen nasıl seviyorsan, kaybedince üzülüyorsan ben de öyle seviyorum abi, öyle üzülüyorum işte bu ağaçlar kesildiğinde. Ben yurdumu, buraların çocuğu olmayı çok seviyorum. Senin düşmanın ya da kimsenin uşağı diilim. Sevdiğim ölmesin istiyorum. Sadece bu..." Saygı göstermeden, suçlayarak, düşman bilerek, hakaret ederek kimseye derdimi anlatamadım şu ömrümde. Her şeyin kararmış gözüktüğü yerde bile insan kalbine duyduğum umudu kaybetmemeye çalışacağım. Hocam fasulye tohumudur.
İstanbul'dan sonra en uzun yaşadığım, yuvam bildiğim ikinci yer Kaz Dağları. Bi santimlik tohumun fideye, fidenin sebzeye, sebzenin tekrar tohuma dönüştüğünü oradaki yuvamda deneyimledim. Herkesin bi kez olsun yaşamasını isterim o döngüyü. Domates tohumu cımbızla bile zor tutuluyor mesela. Hayat ne kadar küçücük şeylere sığabiliyor, ne biçim bi berekete dönüşebiliyor, aman yarabbi.
Babam doğdu, öldü. Fıstık doğdu, öldü. Aşklar, yoldaşlıklar, komşuluklar doğdu, öldü. Ben doğdum, öleceğim. Sarıldığım, öptüğüm, gözyaşları döktüğüm, rüyalarıma giren, kardeş bildiğim ağaçlar doğdular ve ölecekler. Çevremdeki her canlı doğdu ve ölecek. Dünya doğdu ve ölecek. Güneş doğdu ve ölecek. Kaz Dağları'nda kesilen ağaçlar doğdular, öldürüldüler, yeniden doğacak ve ölecekler. Bu geçiciliğin içinde neyi görmek, yaşamak istiyorsam ona yönelmeye devam edeceğim. Maydanozu hatta sivrisinekleri bile düşman bilmeden.
Annem 72 yaşında, zor yürüyor ama hala yüzlerce bitkisi var evde. Abim yürümesini kolaylaştırmak için yürüteç benzeri bişe almıştı, su şişelerini o tekerlekli şeye doldurup öyle götürüyor pencere kenarlarına. Saksıda incir ağacı yetiştirmiş, geçen gün heyecanla gösterdi, incir meyve bile vermiş.
Kalplere ve toprağa tohum ekmeye, ağaç dikmeye devam.
YORUMLAR