"Güzelce ölmek!"
7 yaşında bir kız çocuğu.
Lösemi hastası ve belli bir zamanı kalmış yaşayabileceği.
Stephen Jenkinson (hayatının uzun bir bölümünü ölmekte olan insanlara eşlik ederek geçirmiş olan adam, yazar, çitfçi, öğretmen) kızın ailesiyle konuşuyor.
Aile üzüntüden, kederden kendini kaybetmiş, dövünen insanlardan oluşuyor.
Jenkinson aileye soruyor:
“Asıl üzüntünüz ne?”
Onun işi sorular sorarak, insanların kendi durumlarını anlamasına yardımcı olmak. Ben öyle anlıyorum.
Aile diyor ki: “Kızımız ölüyor”,
“O daha çok küçük”,
“Daha 7 yaşında”,
“Henüz tam bir hayat yaşama şansı bile olmadı”
Jenkinson diyor ki: “Onun tam bir hayat yaşamadığını düşünüyorsunuz. Peki neden? Neden insan 7 yaşında tam bir hayat yaşamamış olsun? Dilerseniz gidip ona soralım, yaşadığı hayatın tam olup olmadığını...?”
Aile kabul etmiyor. “Biz onunla bu çeşit konuları konuşamayız” diyorlar. Jenkinson kendisinin konuşabileceğini, bunun için maaş aldığını söyleyip aileyi ikna ediyor ve küçük kızın yanına gidiyor.
Ona soruyor: “Neler olduğunu biliyor musun?”
Kız yanıtlıyor: “Ailem bu aralar pek iyi değil; çıldırmış gibi davranıyorlar. Çok üzgünler.”
SJ: “Neden sence?”
Kız: “Öldüğümü biliyor oluşum onları çok üzüyor. Ben de onlar yanımdayken bunun farkında değilmiş gibi yapıyorum. Üzülmesinler diye”
Sonra ona ailesinin, onun tam bir hayat yaşamamış olmasına üzüldüklerini, kendisinin bu konuda ne hissettiğini soruyor. Kız şaşırıyor “Neden tam olmasın ki benim hayatım”, Stephen kıza hayatıyla ilgili hatırladığı 3 şeyi soruyor; bunları ailesine yaşadığının kanıtı olarak ileteceğini söylüyor... Kız 3 yanıt veriyor. Stephen ailesine bu yanıtları iletiyor.
Bu yaşanmışlıkta, sorular, cevaplar, 7 yaşındaki bir kızın ölümüne üzülmekten daha fazlası var. 7 yaşında, ölüme doğru yürüdüğünün farkında olan bir kızın yetişkin ailesini, bu bilgiden korumaya çalışarak yalnızlaşması var.
Yaşadığı bu süreci ve sürece dair sahip olduğu bilgisi saklayarak ailesini üzüntüden korumaya çalışması var...
Kız hem ölüyor, hem yaşayan ebeveynlerine ebeveynlik yapıyor.
Kız hem ölüyor, hem de onun ölmesine dayanamayan yaşayanlar tarafından bu süreçte yalnız bırakılıyor.
Çünkü ölmekten aşırı korkan bir kültür yarattık kendimize.
Çünkü ölümü ne pahasına olursa olsun savaşılacak, varlığı yadsınacak, yadsıdıkça da başımıza gelmeyeceğine inandığımız bir düşman yerine koyduk.
Ölüme, yaşamın öteki yüzüne bakmamayı normalleştirerek yaşamlarımızdaki kutsiyeti de unuttuk.
Stephen Jenkinson, 18 Haziran’da, Sepin İnceer’in davetiyle İstanbul’a gelip bize 2,5 saat boyunca ölümü kabul etmenin, idrak etmenin ve onun varlığının bilincinde yaşamanın aslında yaşamı kutlamak olduğunu, yaşamın kıymetini bilmek olduğunu anlatan, beyaz uzun saçları, beline kadar bir örgü yapılmış, üzerinde koyu renk bir yelek ve açık renk bir gömlek, ciddi ve canlı yüz ifadesiyle, her bir kelimesini ağzından ağırlığını tartarak aktaran, aydınlık bir adam.
Onu dinlemeden bu hayatta devam etmek istemezdim.
Onu dinlemeden bundan sonra ölecek olan yakınlarıma ya da kendi ölümüme yaklaşmak istemezdim.
Öyle elle tutulur bir hakikati anlattı ki tüy gibi hafif şekliyle... Var olsun!
Başka bir hikaye anlatıyor Jenkinson. 1000’den fazla ölmekte olan insana eşlik ettiği için hikayeleri var. Gerçek hikayeler, onları anlatmanın görevi olduğunu söylüyor.
20’li yaşlarının sonunda bir kadın.
Bir hastane odasında. Oda hastanenin 5. katında.
Meme kanserinin 4. evresinde.
Belli ki bu kadın bu odadan bir daha çıkamayacak.
Belli ki bu oda bu kadının hayatının son günlerinin mekanı olacak.
Odada annesi var.
Kadın var.
Kadın yatağında.
Vücudunun farklı yerlerinden çıkan farklı kabloları var.
Jenkinson odaya giriyor ve kendini tanıtıyor. Birkaç kısa cümleyle.
“Ölmekte olan insanlarla bir ilişki kurmamaya dikkat ederim” diyor...
“Yalnızca birkaç kelimeyle kendimi tanıtırım ve ne için orada bulunduğumu anlatırım. Ölüme doğru giden bir insanın zaten kendisine bir hayli fazla gelen bir çok ilişkisi vardır. Yeni bir taneye daha ihtiyaçları yoktur”
Sonra kadına sorduğunu anlatıyor:
“Neler oluyor sence?”
Kadın yanıtlıyor:
“Berbat bir hastalıkla boğuşuyorum ama onun hayatımı ele geçirmesine izin vermiyorum.”
Bunu söylerken annesine bakıp, baş parmağını havaya kaldırıyor ve bir çeşit zafer işareti yapıyor. Annesi de hemen yanıt veriyor:
“İşte benim kızım, her zaman pozitifliğini korur”
Jenkinson, işte bu anda, durumu vahim buluyor.
Ölmekte olan bir genç kadın, annesinin gözüne girmek için, onunla birlikte kendi olduğu hali inkar ediyor. Anne onun durumunu inkar ederek, ihtiyacı olanı ona veremiyor.
Son hızla ölüme doğru giden ve geri dönüşü olmayan kadın; son günlerini buna hazırlanarak değil bununla mücadele ederek, inkar ederek geçiriyor.
“Kadının annesinin yaptığı şey artık annelik değildi” diyor Jenkinson, “Amigoluktu. Ve size bir şey söyleyeyim, bu tavrı kızını sevmek de değildi. Alışık olduğu, yapmayı bildiği tarzda anneliği sürdürmesinin şu halde kimseye faydası yoktu lakin o durumu görmüyor ve otomatik davranmaya devam ediyordu.”
Bunlar elbette şahsi tavırlar olarak yargılanamazlar.
Bunlar son 30-40 yıldır gittikçe artan, yaşamın her alanının medikalize edilmesi, doğum, menopoz, ölüm gibi yaşam döngülerinin kişinin yaşantı alanından alınıp tıbba devredilmesinin sonucu olan bir kültür doğurduğu için oluyor.
Yüksek teknolojili tıp anlayışına göre ölmek doğal bir süreç değil, ölmek yaşamakta başarısız olmak demek.
O yüzden bir çok terminal hastanın: ölürken bu süreci reddedip pozitif kalmaya çalışması, yeterince pozitif olamadı diye öldüğünü düşünerek bir de bu yüzden suçluluk hissettiği bir dönemdeyiz, diyor Jenkinson.
Bir de tıbbın, ölümü başarısızlık olan bu anlayışı sayesinde bir çok insanın “yaşamını uzatmak” adı altında “ölümünü uzattığını” anlatıyor Die Wise isimli kitabında. Tıbbın, hastaya yaşamını uzatmak adına yaptığı her müdahaleyle ölemeyen ve de ölememesine rağmen yaşayamayan insanlar yarattığını anlatıyor. Bu insanlar kalkıp yürüyüşe çıkamıyor, torunlarıyla oynayamıyor, bahçe işleri yapamıyorlar, yataktalar, yaşıyorlar ve ölemiyorlar.
Yaşayamayan ve ölemeyen o yerde, bir seyirci olarak dünyayı seyrediyorlar, diyor... Ne kadar haklı.
Son 5 senedir kanser tedavisi gören. Hayatı hastane ile evdeki yatağı arasında geçen ve başka hiçbir şey yapacak gücü ya da hevesi olmayan yaşlı kadınlar tanıyorum.
Son 3 senedir kanser tedavisi gören, hastalığın farklı organlara yayıldığı fakat evdeki çocuklara bu konu hakkında hiçbir şey söylenmeyen evler tanıyorum. Babalarının hasta olduğu da, bu hastalığın onu ölüme doğru götürdüğü de saklanıyor çocuklardan. Başlarına gelecek şeyin bilgisi onlara verilmezse başa gelecek olan belki de gelmez diye mi düşünüyorlar.
Buna kızıyorum. Haddim değil biliyorum. Lakin annesine veda edememiş bir çocuk olarak, çocukların elinden anne – babalarına veda edilme hakkının alınmasına, nihayetinde zaten yaşanacak olan şeyin bilgisinin onlardan saklanmasına ve bu şekilde korunmaya çalışılmalarına kızıyorum.
Oysaki yaşayan ölür.
İnsan, doğmayı bildiği gibi ölmeyi de bilir.
Ölmek bir yanlış değildir.
Ölüme hazırlanılabilir.
Ölüm ile her daim mücadele etmek saçma, boşuna. Bildiğin gaflet.
Babaannem, 95 yaşında öldü.
Son altı ayı dışında hiçbir hastalığı olmadı, hiçbir perhiz yapması gerekmedi.
Evinde öldü, yanında değildik, üzgünüm.
Lakin üzüntüm sadece o an yanında olamamaktan dolayı.
Çünkü 85 yaşında geldiğinde bana şöyle demişti:
“Ben artık yaşamaktan sıkıldım. Her gün aynı, tüm yaşıtlarım öldü, hep sizi beklemekle geçiyor günlerim. Bundan sonra ben ölürsem arkamdan üzülmeyin, ağlamayın, ben yaşamaya doydum.”
Babaannem, bence, bilge bir kadındı. Rahatlıkla yaşadı, rahatlıkla öldü.
Jenkinson diyor ki:
“Tüm çiftçiler bilirler,
Hayat: tüketendir,
Talep edendir,
Emen, bitirendir...
Ölüm ise, verici olandır.
Toprak ana, bir zamanlar yaşamış ve ömrünü tamamlamış olan her şeyden oluşur...”
İlk yayın tarihi: 02.07.2019
YORUMLAR