Başarımı çalma anne!
“BAŞARDIM” diye bağırdı Uzay. İlk defa karşılaştığı çıkartmalı bir kitapla meşguldü. Çıkartmaları yerlerinden yırtılmadan alıp başka bir sayfaya yapıştırıyordu. İlk birkaç tanesini beraber yaptık. Daha çok ben yaptım hatta. Benim yaptıklarım bir şey ifade etmiyordu. Sonra kalktım ve yemek hazırlamaya başlayıp onu kitabıyla baş başa bıraktım. İşte bu sırada geldi “Başardım” nidası... Kendi yapmıştı; yardımsız, biraz yamuk ama yine de mükemmel...
Kafamda eski bir ampul yeniden yandı.
Bana sorarsanız teorik olarak konuya fazlasıyla hâkimim. Yüzlerce kitap, onlarca uzmanla görüşme, seminerler derken çocuk büyütürken neler yapılır neler zinhar yapılmaz liste üstüne liste çıkarırım. Lakin iş pratiğe gelince sadece ve sadece Uzay’dan öğrenebiliyorum...
“Montessorie eğitiminin öncüsü İtalyan çocuk doktoru Maria Montessori’ye göre ‘Ebeveynin çocuğa gereksiz yere yardım ettiği durumlar onun gelişimini engelliyor’. Velhasıl çocuk ancak kendi gelişim seviyesinin gerektirdiği kadarını yapabilecek en dıştan gelen yardımla ambale oluyor. Bir oyuncağa uzanmaya çalışan bebeğe müsaade etmek yerine oyuncağı onun eline vermek (yetişkinin sonuç odaklı düşünüşünün aynası) çocuktan birçok şeyi alıp götürüyor. Amaç oyuncağa ulaşmak gibi görünse de çocuk bu davranışıyla çabalamayı, negatif hislerle baş etmeyi ya da başarınca mutlu olmayı öğrenecekken bunlardan mahrum kalıyor.”
Bu paragraf geçen sene yazdığım bir yazıya ait. 2 yaşından itibaren çocuk yavaş yavaş kendi özgürlüğünü ilan etmeye başlıyor. “Ben yaparım, ben ederim”ler anne için sinir kıyıcı olsa da gelişim için pek gerekli bir adım. Sonuç olarak bir çocuk yetiştirirken nihai amacımız “kendi yapabilen” bir insan olması.
Yetişkin için zor olan kendini tutmak. Yemek masasında mesela: Normalde 10 dakikada tamamlanacak bir yeme seansı, çocuk yemeği kendi alıp, kendi yiyip doyduğuna karar verene kadar, araya giren sonsuz muhabbet ve oyun sayesinde bir saate kadar çıkabiliyor. Biraz önce dediğim “normal” ise anne babanın çocuğu elinde kaşıkla durmadan beslemesi durumunun normali. Sohbet yok, oyun yok, çocukta gelişen bir beceri yok.
“Ben yapabilirim anne!” diyor Uzay sık sık. “Dişimi ben fırçalayabilirim, pantolonumu ben çıkarabilirim, ayakkabımı ben giyebilirim, masamı ben oradan oraya itebilirim, su şişelerini taşımana yardım edebilirim, çıkartmaları ben yapıştırabilirim...” Örnekler sürüp gider... Evet yapabilir. Ve kendi yaptığı zaman galibiyetinin farkında olarak “Başardım” çığlığı atar en mutlu haliyle... Peki ben onun yerine yaptığımda ne olur... Ağzımla değil ama davranışımla: “Sen bunu yapabilecek kapasitede değilsin, senin yerine benim yapmam daha doğru, ben yaparım sen yapamazsın” mesajını vermiş olurum... Hızlı gelişir işler lakin kendine yeten, kendi yapabilen çocuk yetiştirme konusunda golümü yemiş devam ederim hayata. Şiş de yanar, kebap da...
*****
Waldorf’a özlem
Şubat ayı, çocukları okula başlayacak ebeveynler için araştırma, soruşturma ayı. Hangi okulu seçeceğiz? Okul seçme kriterlerimiz neler? Çocuğumuzun geleceğiyle ilgili beklentilerimiz neler? Ailemizin öncelikleri neler? Sorular uzar gider... Biz bu sene nispeten rahatız, sorular kafamda dönüp dursa da henüz keskin cevaplara ihtiyaç yok...
Eğitimde beklentilerimi tartarken, aradığımı Waldorf eğitimine rastlayınca buldum. 20. yüzyılın başlarında Rudolf Steiner tarafından kurulmuş bir sistem. Alışık olduğumuz rekabete, ödeve ve sınava dayalı, teknolojinin her türünün nimet sayıldığı sistemden çok farklı bir yaklaşım bu.
İlkokulun ilk senelerinde çocuklar sınıfta oturmak zorunda değil. Okullarda hiçbir teknolojik alet bulunmuyor. Örgü örme, bahçecilik, oyuncak yapımı, müzik aletleri kullanımı (sadece flütten bahsetmiyorum), masallar, dramalar gibi dersler var bu sistemde. Çocukların sıkılmadığı, kendi kuvvetli yönlerini keşfetmelerine olanak sağlayan Waldorf ekolünün dünya üzerinde binden fazla okulu var. Bizim için şimdilik ütopya olsa da araştırmalarım sürecek.
YORUMLAR