Düğün ve ölüm

İki hafta önceki "Ölme İşi" isimli yazımda şöyle yazmıştım:


“Ölüm kendiliğinden gerçekleşen, eğer intihar etmeye karar vermediysek zamanını bizim seçemediğimiz bir olgu. İşte bu kendi zamanıyla varoluş halinin dile yansıması onu iş fiillerinin dışında tutuyor. Yani dilbilgisi kurallarına göre ondan bir iş olarak bahsetmek doğru değil. Bu anlamda ölme işi doğru bir kullanım olmuyor.

Gel gör ki dil tüm zarafeti ile bize ölümün doğallığını hatırlatırken, yaşadığımız bu çağda kulağımıza fısıldanan kollektif repertuvar bize tam tersini söylüyor. Ölüm bir tabu. Sakınılan, hakkında konuşulmak istenmeyen hatta konuşanlara tuhaf gözle bakılan bir konu. Ölme zamanımız geldiğinde bile ölmemek için direndiğimiz, dilin bize işaret ettiği doğallığı elimizin tersiyle itip yerine ölümle savaş, hastalıkla mücadele kelimelerini ödünç aldığımız bir zamanda yaşıyoruz. Yaşlanmamak ve dolayısıyla ölmemek 21. yüzyılın sloganları ve bu sloganlar hastane koridorları başta olmak üzere her yerde yüksek sesle tekrarlanıyor. Ölmek üzere olanların bile ölüyorum demekten kaçındıkları bu düzende, ölümün de bir parçası olduğu yaşamın bütünüyle kabulleniş halinin yoksunluğunu yaşıyoruz.

.......

Her kadim öğretide veya dinde ölüme dikkat çekilir. Bazı alıştırmalar önerilir. Bunun sebebi, ölüm her ne kadar doğal ve kendiliğinden gelse de bize dokunduğu zaman hissedeceğimiz acının muhtemel olmasıdır (Bahsedilen fiziksel bir acı değil, bedenimizi, sevdiklerimizi, alışkanlıklarımızı terk etmek zorunda kalmanın yarattığı keder). Kadim bilgelikler bunu öngörür ve önceden bu konuda çalışmaya & tefekküre yani emek koymaya davet eder bizi. Hele ki bizler gibi bu yüzyılda yaşayan, ölümü daha çok medikal bir işlem olarak görüp hastanelere devreden, topluluk desteğinin esirgendiği, kısacası ölmemeye çalışılan bir dönemde ölmek hakikaten hatırı sayılır bir iştir.

Ölmek, özellikle bu yaşadığımız çağda bir iş fiilidir.”


Yazının tamamını okumak için buraya tıklayabilirsiniz!


Ölme işini hakkıyla gerçekleştirmek için ölümlü olduğumuz fikri üzerinde ciddi bir mesai harcamamız gerekiyor. Bunun gerekliliğini Palyatif Bakım’da geçirdiğim her gün daha iyi anlıyorum. İnsanların Palyatif Bakım’ın son durak olması ile ilgili korku dolu yaklaşımları tam da bu noktadan kaynaklanıyor. Palyatif Bakım, ancak ölümlü olduğumuzu kabullenip kalan zamanımızda bizim için gerçekten neyin önemli olduğu üzerine düşünebilirsek bir fark yaratabilir.


Ölümlüyüz.


Geçtiğimiz yıllarda eşlikçiliğini yaptığım bir ailede, aile büyüklerinden birisi torununun düğününden bir ay önce ilerlemiş seviyede bir kanser teşhisi almıştı. Ailede herkes şikayetlerin görünür hale geldiği bir kaç hafta öncesinde doktora gitmediği için aile büyüğünü suçlarken doktorlar bunun fiziksel iyileşme olarak bir fark yaratmayacağını, sadece duruma alışmak açısından daha fazla zaman kazanmış olabileceklerini söylüyordu. Sonuç olarak herhangi bir tedavi önerilmedi. Yapacakları tek tercih hastanede veya evde palyatif bakım (yani ağrı idaresi) seçenekleri arasından kendilerine uygun olanı belirlemekti. Sorun yaklaşan düğün tarihiydi. Dede, şehir dışında yapılacak düğüne gelmeli miydi?


Önce doktora soruldu. Doktor belirli koşulların sağlanması durumunda bunun mümkün olduğunu söyleyerek kararı kendilerine bıraktı. Aile ikiye bölündü. Eşi de dâhil olmak üzere çoğunluk dedenin yorulmaması gerekliliğini söyleyerek karşı çıktı. Kalan birkaç kişi düğünün, ailenin tümüyle bir arada vakit geçirmesi için bulunmaz bir fırsat olduğunu savundu. Dede sessiz kaldı. Konuşmalar sırasında kalbim azınlıkta kalan birkaç kişinin sözünün dinlenmesini dilerken dedenin bir tercihte bulunmaması içimi dağlıyordu. Kulağına eğilip “Sen ne yapmak istiyorsun?” dediğimde ve bir cevap duymak üzere sorumu ancak birkaç kez yeniledikten sonra “düğünlerinin benim oradaki hasta halimle hatırlanmasını istemem” diye fısıldadı.


Dede düğüne gitmedi - götürülmedi.


Hayat ona yüklediğimiz anlam ve tercihlerden ibaret. Düğüne yüklediğimiz anlam “kahkaha, eğlence ve neşeyle dans eden insanlar” , hayata yüklediğimiz anlam “mutlu anların toplamı” ise bu tanımların içinde ölümlü olduğumuz ve ölümün bin bir halde gelebileceği gerçeğine yer yok. Dede, bir ömür boyu ailesi için çalışarak sadık bir eş, güvenilir bir baba ve onurlu bir adam olma vasıflarını hak etti. Zamanını, kazancını ve sevgisini ailesiyle paylaştı. Paylaşamadığı veya paylaşmayı tercih etmediği tek şey hastalığı ve ölümüydü. Neden?


Çünkü hayatımızı anlayış ve yaşayış şekillerimizde ölümlü olduğumuz gerçeğine yer yok. Ölüm sizi ağrı içinde, güçsüz, çaresiz, hasta, zayıf, çirkin, neşesiz yollardan geçirerek çıkış kapısına getirdiğinde belki de karşılaştığınız en zor soruyla baş başa bırakıverir: Ölümün varlığını nihayet idrak ettin mi?


Dede sadece kendi ölümünün değil, eşinin, çocuklarının, torunlarının ve soyundan gelecek olan henüz doğmamış torun çocuklarının ölümünün de inkârındaydı. Dedeyi oraya götürmeyi tercih etmeyen aile üyeleri de aynı şekilde; ölüme yakın dedelerini yok sayarak düğünlerini ölümsüzleştirdiler (!)


Farklı olabilir miydi? Bence evet. Dünya üzerindeki yolculuğunu tamamlamaya yakın, onurlu bir adamın çevresinde kenetlenmiş insanlar, gözyaşları ve kahkaha, düğün ve ölüm bir arada... Hayatın tümü o bir kaç saate sığabilirdi hâlbuki...



Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.