Ölen dört yüz kırk kadın
Anadolu’da uzun yıllardır süren bir gelenek olduğundan bahsederler; ölen kişinin ayakkabılarının ucu dışarı gelecek şekilde kapının önüne konması. Bazı kişilere göre bu adet ölüm evden uzak dursun inancı ile yerine getirilirken bazılarına göre yabancıların o aileden bir kişinin öldüğünü anlaması için yapıldığı yönündedir.
Yukarıdaki fotoğraf bu geleneğe göndermede bulunan sanatçı Vahit Tuna tarafından 2018 yılında tasarlanmış. Her bir çift ayakkabı Türkiye’de o yıl erkek şiddetiyle hayatını kaybeden 440 kadını temsil ediyor.
Hayatını kaybeden 440 kadın yerine ölen DÖRT YÜZ KIRK KADIN demek istiyorum.
Çoğunluğun ölen bu kadınları sadece rakamlarla andığı bir 8 Mart’a daha doğru yaklaşıyoruz. Rakamlar, olayın ciddiyetini yansıtması için gerekli bir araç olmakla birlikte rakamın ötesine geç-e-mediğimiz durumlarda kalbimizi duyarsızlaştırmaktan başka bir amaca hizmet etmiyor diye düşünüyorum.
Şu duvarın dibinde olduğunuzu hayal edin. Tüm ayakkabıları görebilmek için kafanızı yukarı doğru kaldırmanız veya duvardan uzaklaşmanız lazım değil mi? O kadar çoklar. Şimdi her bir çift ayakkabının içinde bir kadın imgeleyin, hatta bu kadınları tanıdığınız kadınlardan seçin. Aileniz ve arkadaşlarınızdan tanıdığınız kadınların sayısı bu kadar fazla değilse az tanıdığınız veya sadece bir vesile ile karşılaştığınız kadınları ekleyin. Bildiğiniz insanlar olan dört yüz kırk kadının o duvarın üzerinde ayakkabılarından çakılı halde size baktığını düşünün... Gerçeğin beyninizden kalbinize doğru ilerlemesine biraz yardımı oldu mu?
İşte, temasınız bir anlık bile olsa kalbinizin dokunduğu bu alan yasın kendisi. Sadece kendi kişisel kayıplarınızla kalmayıp insan kardeşlerinizin kayıplarının şahitliğine geçen kalbinizin, toplumun müşterek (ortak) yas alanındaki acıyı kendi acısıymış gibi hissetmesiyle adım attığınız bir yer burası. Vahit Tuna’yı yasını ifadeye çağıran yer de burası.
Yas, yavaşlamak ve görülmek ister. Yavaşlamadan 440 rakamını, ölü dört yüz kırk kadın olarak, tüm ağırlığıyla hissetmek – görmek mümkün değil. Ve bunu gördükten sonra içinizdeki bu ağırlığı yalnızca kendi başınıza taşımanın zorluğunu yaşamanız da mümkün. Yas pratiklerinin (ritüellerinin) varlığının sebebi bu zorluk zaten.
Yas pratikleri o dört yüz kırk kadının artık aramızda olmamasının yarattığı boşlukları canımız acıyarakta olsa taşıyabilmemizi ve gidecek bir yer bulamayan duygularımızı; özlemlerimizi, öfkelerimizi, isyanlarımızı, kederimizi, bizleri zehirlemeden besleyecek bir hale dönüştürmemize yardımcı olurlar.
Müşterek yaslar için bir araya gelmek, mumlar yakmak, siyahlar giymek, üzerimizde siyah kurdeleler taşımak, ağıtlar yakmak, şarkılar söylemek, kederimizi resimle, hareketle veya herhangi bir sanat dalıyla ifade etmek. En önemlisi birbirimize sarılıp ağlamak... Bunları yapmazsak delirerek öleceğimizi görüyor musunuz?
Delirmektense kendimizi yasın vahşi kollarına bırakalım. Ağıt yakmanın o kulak tırmalayan tınıları, ağlarken kalbimizi yerinden çıkartacağını düşündüğümüz gözyaşları veya ellerimizi teslim ettiğimiz fırça darbeleriyle vahşileşelim. Rakamların kuru, soğuk, aynı zamanda bir şey ifade etmeyen hallerine ve temsil ettikleri zihniyete tutsak olmaktansa her bir kadın için dört yüz kırk gözyaşı dökerek yaşayalım.
Yastan iyileşmek diye bir şey yok ama ifade edilen yasın bizi iyileştirmesi denen bir şey var.
Bugün gözyaşlarım hayatlarıyla yaşama dokunmuş her kadın için olsun. Martin Prechtel’in Yağmura Kavuşan Topraşın Kokusu kitabında söylediği gibi, ruhlarımız akıtabildiğimiz bu gözyaşları sayesinde kurumasın.
YORUMLAR