Ölme işi
Ölüm ve Yas bilgeliklerini birlikte hatırlamayı ve bu alanda yalnız olmamayı seviyorum. Geçtiğimiz günlerde Yas ve Ölüm Bilgeliği platformumuzun Instagram hesabında, HTHayat’ta daha önce yayınlanmış olan Yaşamın Açıkça Söyleyebileceği Tek Şey isimli yazımdan alıntılar eşliğinde bir gönderi hazırlandı. Sonrasında takipçilerimizden, aynı zamanda bir edebiyat öğretmeni olan sevgili Özlem Yasal ile aramızda gelişen bir sohbetin ilhamıyla bu yazıyı yazmaya karar verdim. Katkısı için kendisine buradan da teşekkür etmek isterim.
Ölüm kendiliğinden gerçekleşen, eğer intihar etmeye karar vermediysek zamanını bizim seçemediğimiz bir olgu. İşte bu kendi zamanıyla varoluş halinin dile yansıması onu iş fiillerinin dışında tutuyor. Yani dilbilgisi kurallarına göre ondan bir iş olarak bahsetmek doğru değil. Bu anlamda ölme işi doğru bir kullanım olmuyor.
Gel gör ki dil tüm zerafeti ile bize ölümün doğallığını hatırlatırken, yaşadığımız bu çağda kulağımıza fısıldanan kollektif repertuvar bize tam tersini söylüyor. Ölüm bir tabu. Sakınılan, hakkında konuşulmak istenmeyen hatta konuşanlara tuhaf gözle bakılan bir konu. Ölme zamanımız geldiğinde bile ölmemek için direndiğimiz, dilin bize işaret ettiği doğallığı elimizin tersiyle itip yerine ölümle savaş, hastalıkla mücadele kelimelerini ödünç aldığımız bir zamanda yaşıyoruz. Yaşlanmamak ve dolayısıyla ölmemek 21. yüzyılın sloganları ve bu sloganlar hastane koridorları başta olmak üzere her yerde yüksek sesle tekrarlanıyor. Sürekli tekrarlanan şeyleri normalimiz olarak benimseyebiliriz. Çoğunlukla olan da bu zaten. Ölmek üzere olanların bile ölüyorum demekten kaçındıkları bu düzende, ölümün de bir parçası olduğu yaşamın bütünüyle kabulleniş halinin yoksunluğunu yaşıyoruz.
Her inşaatın bir temeli olduğu gibi, yaşamın da bir temeli var. Temeli sağlam olmayan bir binanın beklenenden önce yıkılma olasılığı nasıl daha yüksekse, yaşamın üzerinde yükseldiği ana kolonların eksikliği de içinde yaşayan bizler için bir tehlike arz ediyor. Bahsettiğim yoksunluk, sadece bununla sınırlı olmamakla birlikte, ölümün inkarı. İnşa ettiğimiz kişisel yaşamlarımızı, yapının belkemiği olan sütun olmadan yapmaya çalışıyoruz. Ölüm yokmuş gibi yaşıyoruz.
Budizm’de ölürken çektiğimiz acıdan bahsedilir ancak bu, fiziksel bir acı değildir. Kastedilen acı, bildiğimiz şeyleri ve bağımlılıklarımızı arkada bırakmaktan dolayı yaşadığımız travmadır. Kısacası bedenimizi, sevdiklerimizi, alışkanlıklarımızı terk etmek istemeyiz ancak buna mecbur olmak tolere edemediğimiz derecede büyük bir kedere sebep olur. Bu konuyla ilgili olarak katıldığım bir eğitimde bağımlılıklarımızı farketmek ve vazgeçmek adına iki pratik öneride bulunulmuştu. Birincisi, bir hafta boyunca her gün değer verdiğimiz bir şeyi bırakmamız ve bunu yaparken ne hissettiğimizi farketmemiz isteniyordu. Kendi pratiğimde her vazgeçtiğim kişisel eşyamda aslında eşyanın kendisine değil o eşyayla aramdaki hikayeye yani geçmişime ne kadar bağlı olduğumu farkettim. Önerdikleri ikinci pratik sınırsız cömertlik olarak adlandırdıkları bir alıştırmaydı. Gene bir hafta boyunca bırakma egzersizi yapacaktık ama bu sefer bırakacaklarımız eşya değil, dünyaya tutunan zihnimiz olacaktı. Her gün dağları, denizleri, ormanları veya okyanusları yani bizden büyük olan doğal harikaları hatırımıza getirerek sanki ordaymışız gibi tüm bedenimizde hissetmemiz, sonrasında da bunları evrene, dünyaya veya inandığımız bir Tanrı varsa ona bırakdığımızı düşünmemiz istenmişti . Bana ait olmayan ve kişisel realitemi aşan bir boyutta düşünmek kendi küçük dünyamın merkezinde olma halimi ve buna bağımlılığımı farkettirdi. Eğitimdeki hocamız bu farkındalık anları için şöyle diyordu: “Sabit kal, gözlemle ve geçmesine izin ver. Farkettiğin şeye de tutunma.”
Bunu neden anlattım? Budist rahip Yongey Mingyur Rinpoche 2019 yılında yazdığı In Love with the World isimli kitabında, çocukluğunda ölümün rahatça konuşulduğu bir evde büyümesine ve geçicilik kavramının ana tema olduğu bir eğitimden geçmesine rağmen kendisinin de hastalanabileceğini ve ölebileceğini hiç düşünmediğini itiraf eder. Hastalığı ilerleyip artık ölüme iyice yaklaştığını farkettiğinde Budizm’de işaret edilen türde bir acıdan geçmemek için pratiklerini dört elle sarılarak yapmaya başlar. Her kadim öğretide veya dinde ölüme dikkat çekilir. Bazı alıştırmalar önerilir. Bunun sebebi, ölüm her ne kadar doğal ve kendiliğinden gelse de bize dokunduğu zaman hissedeceğimiz acının (yukarıda açıkladığım haliyle) muhtemel olmasıdır. Kadim bilgelikler bunu öngörür ve önceden bu konuda çalışmaya & tefekküre yani emek koymaya davet eder bizi. Heleki bizler gibi bu yüzyılda yaşayan, ölümü daha çok medikal bir işlem olarak görüp hastanelere devreden, topluluk desteğinin esirgendiği, kısacası ölmemeye çalışılan bir dönemde ölmek hakikaten hatırı sayılır bir iştir.
Ölmek, özellikle bu yaşadığımız çağda bir iş fiilidir.
Ezeli dostumuz dil ise bu süreçten sakinlikle geçebilmemiz için bize bir hatırlatma yapar. Her türlü iş fiilinin bir koşturmacaya ve yapılacaklar listesine döndürüldüğü günümüzde aklıselim olmaya davet eder hepimizi. Yaşamın değişmeyen tek gerçeğini anımsatır ve der ki: “Ölüm işten değil, oluştan.”
YORUMLAR