Keder kişisel olsa da yası herkes tutar
"Eğer saklanmış acılar bir ses çıkarsaydı, atmosfer her zaman uğultulu olurdu."
Stephen Levine.
Her şeyin gücünü kaybettiği, öldüğü, geçici olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunu kabul etmek zor ve hayatımız boyunca bunun istisnalarını arıyoruz. Değişmez, ölümsüz ve sonsuz bir şey bulmaya çalışıyoruz.
"Bu hayatta kimse acı çekmekten kaçamaz. Hiçbirimiz kayıp, acı, hastalık ve ölümden muaf değiliz. Nasıl oluyor da bu temel deneyimleri bu kadar az anlıyoruz? Nasıl oldu da kederi hayatımızdan ayrı tutmaya çalıştık ve sadece cenaze gibi zamanlarda onun varlığını isteksizce kabul ettik?" der Francis Weller.
İnsan içgüdüsü acıyı engellemektir. Bu, özellikle “rasyonalizminden” etkilendiğimiz Batı medeniyetleri için daha çok geçerlidir. Bu yaklaşımın bizi getirdiği nokta, acımızla ne yapacağımızı bilmeme halidir.
Acısını derinden hissetmeyen insanların nihayetinde derinden bilmediğine de inanıyorum. Neyi bilmemek peki?
Kafandaki, yüreğindeki hatta bağırsaklarındaki gizemi. Bugün parçalara ayırıp incelemenin çok popüler hale geldiği sinir sistemini. Acımızı bilmemek kendimizi bilmemek demek.
Sadece acı ve o acının ortaya çıkardığı kırılganlık hali bizi kendimizin ötesine zorlar. Ne zaman gerçek acı görsek, çoğumuz kendi meşguliyetlerimizden sıyrılırız ve acıyı ortadan kaldırmak isteriz. Örneğin, acı çeken bir çocuğa doğru koştuğumuzda, acı çeken o gizem perdesinin arkasındaki kendimize de koşarız. Acımızı yani kendimizi kollarımıza almak isteriz.
Acı bizi daha küçük, gerçek olmayan benliklerimizden “kurtarır”. O yüzden tarihte pek çok aziz acıya yaklaşmak ister. Çünkü orada kutsal ile tanıştıklarını söylerler.
Bence acı bizi savunmasızlıklarımızla temasa geçirir. Keder duygusu, hikayelerimizi şekillendirmek için yaraların gücünü bilmemizi sağlar. Çünkü insanız, inciniriz. İnsan olduğumuz için ağlayacak gözyaşımız var. İnsan olduğumuz için kalbimiz kırık. İnsan olduğumuz için, kaybın evrensel bir dil olduğunu anlayabiliriz. Herkes üzülür. Bütün insanlık üzülür. Hepimizin kayıpları, ölüleri, başarısızlıkları ve kaybolan hayalleri var. Hepimizin bitmiş ilişkileri veya gerçekleşmemiş planları var. Hepimizin eskiden yaptıklarını yapamayan bedenleri var.
Keder kişisel olsa da yası herkes tutar.
Yalnızca fiziksel ölümü değil, daha önceki tüm küçük (ve aslında o kadar da küçük olmayan) ölümleri hissetme halini deneyimlemeliyiz. Tasavvufta söylenildiği gibi ölmeden önce ölmeye izin vermeliyiz. Bu deneyimlerdeki acıları bastırırsak, yaptıkları tek şey kılık değiştirmek ve başka bir şekilde ortaya çıkmaktır. Pek çok insan bunu zor yoldan öğrenir – stres kaynaklı hastalıklar, bağımlılık veya yanlış yönlendirilmiş öfke yoluyla- çünkü kederlerinin kendi akışına bırakılmasını ya da onları paylaşmak için uygun bir yer bulmayı reddederler.
Büyük bilgeliklerle gelen eski gelenekler bize kederin kaçılacak bir şey olmadığını öğretmeye çalışırlar. Bizlerse üzülmek yerine kızgın olmayı tercih ederiz. Çünkü acımız canımızı yakar ve bu yüzden de suçlayacak başka birini ararız. Kederimizi yok saymaya veya kontrol etmeye ya da düzeltmeye çalıştığımızda, aslında ondan gelecek deneyimi inkâr ederiz. Hayatın önümüze getirdiği tecrübelere kafamızı döndürme şansımız var mı?
Yolculuğumuzda yası yoldaş yapmak gerçekten de dünyada olmanın farklı bir yoludur. Düzeltme, değiştirme veya kontrol modunda yaşamaktan farklıdır. Şeylerin sonundaki trajediyi, şeylerin üzüntüsünü hissetmekte özgürüz. İnanın bana, gözyaşları göz merceğini temizler, böylece daha net görmeye başlayabiliriz. Bunun için bazen çok uzun süre ağlamamız gerekir çünkü gözlerimiz o kadar kirli ki hiç iyi göremiyoruz. Gözyaşları ancak o şeyleri düzeltemeyeceğimizi ve değiştiremeyeceğimizi anladığımızda gelir. Olan biten çok saçma, adaletsiz, yanlış, imkânsız. Ölmemeliydi veya ölmemeliydi. Bu nasıl olabilir? Bitmeyen sorular, sorgulamalar...
Ancak derin bir keder aracılığı ile kendi kaynaklarımızın sınırlarına götürüldüğümüzde, kontrol modundan çıkarak ağlama moduna geçmekte özgür hissedebiliriz. Kederimizi hissetmek bizi özgür kılar.
Gözyaşlarımızın bizi temizlediğini söyleyebilmemizin yolu, sonrasında kendimiz de dahil kimseyi, hatta hayatı bile suçlamamıza gerek kalmamasıdır. Bu, ruhun mutlak bir dönüşümü ve temizliğidir. Olan her ne ise odur. Yas deneyimi işte bu yüzden kutsaldır. Acı yoluyla kutsalla buluşmaktır.
Yas yolculuğu için bir harita, belirlenmiş bir güzergâh veya yapılacaklar listesi yoktur. Kayıplarının yasını tutmayı ‘’başaramazsın’’. Başarılı olamazsın. Yas bir hastalık da değildir, ondan iyileşemezsin. Sadece kaybının seni bütünleştirmesine izin veririsin. Sevdiğimizin ölümü bir ampütasyondur derler. O uzuv geri büyümez, sadece yeni bir ağırlık merkezi bulursun, o da yaşamın olduğu haliyle kutsallığıdır.
YORUMLAR