Yas bizden ne ister?
Stephen Jenkinson, şu an Türkçeye çevrilmekte olan kitabı Die Wise’da, kırık kalbini muhafaza etmek için dua eden bir arkadaşından bahseder. Brother Blue isimli bu arkadaşı, insan kalbinin kırılmak için yaratıldığını ve her seferinde o kalp kırıklığını hissetmenin, yaşamın hatırlanması gereken derin meselelerini yeniden hatırlamak olduğunu bilir. Blue, kırık bir kalp için dua eder.
Hayatta ne zaman kendimi otomatik pilota alsam, yediğimi ‘sadece’ açlığımı bastırmak, içtiğimi ‘sadece’ susuzluğumu gidermek, çocuklarımla oyun oynamayı ‘sadece’ mızmızlıklarını susturmak (ya da onlarla vakit geçirdiğim için daha az vicdan azabı hissetmek) veya arkadaşlarımla programlarımı ‘sadece’ biraz gülüp rahatlamak adına yapsam bir süre sonra içimde bir delik açıldığını ve gün geçtikçe büyüyen bu deliğin bir süre sonra beni yutacak kocaman bir boşluk hale geldiğini görürüm. Boşluk beni yutunca tatminsiz bir hale gelirim, keyifsizleşirim, her şey anlamsız gelir; yaşama şükrüm (eğer edecek halim kalmışsa) sözcüklerde/zihnimde kalır, kemiklerime kadar inmez. ‘Sadece’ler beni beslemez, beni sadece bu boşluğun içine atar.
Palyatif Bakım’da hastaların odasına girmeden önce listeye bakıp isimlerini içimden üç kez tekrar ederim. Birincisinde kulağıma, ikincisinde dokularıma, üçüncüsünde kemiklerime indiğini düşünürüm. Hikâyelerini eğer benimle paylaşırlarsa, kemiklerimi elime alıp alan tuttuğumu hayal ederim. Kimi hikâyeler o kemikleri sızlatır ama bir şartla, anlatanın da kemikleri sızlıyorsa... Kemikleri sızlatan hikâyeler en kıymetlilerimdir.
Sidney’de tanıştığım ve altı ay süresince yakın zaman geçirme şansını bulduğum sekseniki yaşında bir arkadaşım vardı. İlk tanıştığımız zamanlarda bunama (dementia) tanısı henüz konmuştu, ayrıca hareket etmesini kısıtlayan diğer bazı rahatsızlıkları da vardı. Savaş sonrası dönemin fakirliği, özellikle o dönemlerde kadın olmanın zorlukları, uzak bir ülkeye göç, kendi topraklarını uzun yıllar görememe, erken sayılabilecek bir yaşta evlilik, üç çocuk, kocasının uzun süreli yatalak hastalık dönemleri gibi zorlayıcı, kendi deyimiyle mücadeleli bir hayatı olmuştu. Ama onu en çok ağlatan hikâyesi başkaydı. Sydney’e taşındıktan ancak 25 sene sonra memleketine tekrar gidebilmek için parası olmuştu. Biriktirebildiği para uçak biletine ancak yetmiş, onca senedir görmediği anne babasına yalnızca bir kutu lokum hediye alabilmişti. Annesine, mahçup bir şekilde hediyesini uzattığında annesi koca bir öpücük vermiş, ‘’al bunu yan evdeki babaannene götür, biliyorsun huysuzdur, hediye bekler o şimdi’’ demişti. Bu hikâye, onun, ilk memleket ziyaretinden bir süre sonra ölen annesiyle yaşadığı en yaralı hikâyesiydi; onca senelik özlemden sonra hediye olarak sadece bir kutu lokum götürebilmek ve annesinin onu bile yediğini görememek. ‘’Lokum tatlı gözükür ama sen bir de bana sor. Benim acım, lokum acısı. Lokum acısını tadanın kalbi bir daha sertleşmez’’ derdi hikâyesini her anlatışında...
Stephen Jenkinson kitabının devamında çoğu tohumun ortasından geçen bir çizgiden söz eder. Orası çatladıkları yerdir ve çatladıktan sonra oradan yaşam gelir der. Çatlamak içinse tohumun bir yere gömülmesi gerekliliğinden bahseder. Derinden değer verdiğimiz her şeyin, hatta derinden değer verme şeklimizin bile bu biçime sahip olduğunu yani o çatlamayı kendiliğinden bilme haline sahip olduğunu söyler. ‘’Bizim görevimiz onu çatlatmak değil. Bu, onu çatlatmayı çok iyi bilen dünyanın görevi. Görevimiz onun çatlamasına razı olmak ve o şekilde yaşamayı öğrenmek’ diyerek devam eder.
Benim sekseniki yaşındaki kıymetli arkadaşım, herkesin kırık kalplerini tamir etmeye çalıştığı şu dünyada, kalbini bir tohum gibi çatlatan lokum acılı hikâyesini ve o acının kalbini her daim yumuşak tutmasını gözyaşları eşliğinde anlatırdı.
Hayat boyunca kalplerimiz nerelerde, nasıl kırılır? O kırılan yerlerden açığa ne çıkar? “....... rağmen”, yaşamına zarafetle devam etmek bir ustalık işidir, beceri ister. Zarafetli usta, içinde, çatlamaya hazır duran çizginin sızlayan tınısını ve bir gün bir vesile ile çatlayacağını bilir. Onunla birlikte yaşamaya rızasını verir, olmuş/olacak yasına sahip çıkar.
Çünkü bilir ki yas yaşayarak tutulur. Yas, bizden onu yaşamamızı talep eder. Biz yası değil, yas bizi tutar. İçine alır, sarıp sarmalar ve yeniden doğurur. Doğum acısını anne hisseder derler, bebeğin ne çektiği ise bilinmez. Ama yas bize hamileyken, annemiz yas iken acıyı biliriz. Onun içindeyken o sıkışmışlığı hisseder, hareket edemez, dışarı çıkamayız. Doğumumuzda canımız çok acır, o kanaldan çıkarken tüm kemiklerimiz adeta kırılır, kafatasımız içine göçer, kalbimiz ezilir. Yeni doğan biz, aynı formda başka bir şeye doğarız. İnsan görünüşünde farklı bir tür oluruz. Yas bir yere gitmez, küçülür küçülür kalbimizin içine yerleşir, rehberimiz olur. O kırılan kemiklerimizden içeri artık “Yaşam” girer. Kırılgan oluruz, zarif oluruz. Yaşama adil davranmak nedir hissederiz. Yaşamın bize adil olması değil, bizim yaşama adil olmamız gerekliliğini görürüz... Yaşamın büyüklüğü karşısında küçülür ama onun bir zerresini kanımızda taşıyor olmaktan şükür duyarız.
Yasımızı yaşarsak eğer, yasımız gücümüz olur. Bunu ancak kırık kalpleri için dua edenler bilir.
Yazının İngilizce versiyonu "What does Grief Want from Us?"ı okumak için tıklayın!
YORUMLAR