Deniz’in ardından…
Ölüm geldi çöreklendi yüreklerimize, dillerimizden dökülüyor.
Yastayım.
Ne için yas tutuyorum?
Geçtiğimiz bahar bir yas ritüeline katıldım, Kuşlar toplaşmasında sevgili Filiz’in yönlendirmeleriyle, tuttuğum notlara ve sorduğu sorulara verdiğim yanıtlara baktım bu sabah.
Yasın beş kapısını anlatmış Filiz,
Yas sadece kişisel kayıplar için yaşanan bir şey değil,
İçimizde sevgiyi tanımamış yerleri, kendimizi feda ettiğimiz yerleri de kabul ve onay için
Kolektif kayıtlar, ekolojik yıkım, türlerin kaybı, savaşlar, felaketler, tek başına kaldıramayacağımız kayıplar için
Dünyaya geldiğimizde bulamadığımız kabilemiz ve topluluğumuzun eksikliği için
Atalardan aktarılan, üstü kapatılmış ve sessizleştirilmiş göç, soykırım ve benzeri durumlar için de yaşanan bir şey.
Bunlarla çalışmamızın sorumluluğumuz olduğunu, yoksa bu yasın, tutulmadan, nesilden nesile aktarıldığını hatırlatmış Filiz ve şu cümleyi tamamlamaya davet etmiş içimizden yükselen farklı farklı şekillerde:
Kalbim, üzgünüm çünkü…
O gün yazdıklarımı okudum, kalbimin o anda üzgün olduğu, yasını tuttuğum pek çok şeyle ilişkim değişmiş, şimdi aynı cümleyi başka şekillerde tamamlıyorum:
Kalbim, üzgünüm çünkü… Sevdiklerim bir bir gidiyor.
Yanlarında daha çok zaman geçirmek, yaşamından daha çok anıyı dinlemek, daha çok sohbet etmek, hayata dair hikâyelerini duymak isterdim.
Roman okuyamıyorum artık, gerçek hayat hikâyeleri beni daha çok ilgilendiriyor, bi’ taraftan her şey kurmaca, çok acayip bir kurgunun içindeyim.
“….Göynük mahallesinden boyacı Ahmet Tepeli vefat etmiştir, cenazesi….”
Bu sesle çıktım o kurgudan birdenbire. Belediye köye hoparlör kurmuş, yayın yapıyor, neredeyse her gün bu anonsları duyuyoruz, ölümü her an hatırlatıyorlar, yıllardır kablosunu kesmek istiyorum ama hayatın gerçeği bu bi’ taraftan da.
Ben dönüyorum, evren dönüyor benimle.
“….Bütün evren semah döner, aşkınla güneşler yanar
Aslına ermektir hüner, beş vakitle avunmayız….”
İnsan olmanın sorumluluğu oturmuş omzuma bana bakıyor. Çözemeyip saygı duyduğum bir bilmecenin içinde, cennetin orta yerinde, güneşin bahçeye vurduğu saatte, saçlarımdan yansıyan ışığın arasından gördüğüm defterim kucağımda, yazıyorum. Kuşlar cıvıldıyor.
Aslına ermek hüner… Aslım nasıl bir şey?
İçimde üzüntü yaratan bir şey olabilir mi?
Ya da neşeyi hatırlatan?
Coşkuyu, bağlantı içinde olmayı ve birliği deneyimlediğim tören zamanlarını, bir arada olmanın neşesini yaşadığım anları hatırladığımda kalbim bi’ genişliyor da, yeterince elini tutup, göz göze bakıp birkaç dakika geçiremeden giden bi’ canımı hatırladığımda büzüşüyor, içine çekiliyor.
Aslında içine çekilen ben oluyorum. “Armağanlarımı vermeden mi gideceğim bu dünyadan?” Korku dolu olan, suçlayan, eksik ve yetersiz hissettiren, yargılayan cümleleri kendim için de kullanmamaya, kendime de özen göstermeye niyet ediyorum.
Kalbim, üzgünüm çünkü… Yaşadıklarımdan okuduklarımı yorumlayıp da kendime yazdığım hikâyeyi drama çevirdiğim anlarım var. Bu cümleyi tamamlamak bile dramaya bağlamak bi’ taraftan da. Çünkü bi’ başka taraftan da her ne oluyorsa hayırlı olura inanıyorum, inanmanın ötesinde, kemiklerime işlemiş, hücrelerime yerleşmiş bir halden söz ediyorum.
Şükür halinden.
Yaşam kadar ölümü de bağrıma basıyorum. Zamandan ve mekândan bağımsız, üzerinde durduğum toprak var, orman, kuşlar, güneş ve ben. Cennetime döndüm, ormanda ölüm yok sahiden de, kocaman, bütünleşik, sonsuz bir hayat ve döngüler var, içinde doğumu da ölümü de barındıran sonsuz olasılıklar denizi var.
Deniz…
Canım Deniz Kurt, bu dünyadan gidişin çok şey ifade ediyor benim için, eminim nice sevenin için de öyledir, DenizAdaDeniz diye bildim sizi, tatlı ailemsiniz benim, Denizim varlığın bana neşeyi hatırlatıyor, gülen gözlerinin içindeki ışığı hatırlıyorum, hep yardıma uzanmaya hazır elini, sorun çözücü hallerini, bizi tanıştırdığın, bize yolladığın güzel canları, onlardan yansıyan bağlantılı hallerimizi, diğer yarın baba Deniz’le Ada’yı nasıl güzel yetiştirdiğinizi ve senin onun bilge hallerini bize aktarışını, fotoğraf çekerken ki gözünü, o gözün gördüklerini albüm yapıp paylaşmanı, toplu halde heyecanlandığımız bir gecede Umman’la birlikte Zumbara Antalya’yı bir tıkla kurmanı, çocuklarla bir şeyler yapma hayallerimizi, bolo şenliğimizi ve içinde sonsuz olasılıkların heyecanını taşıyan pırpır yüreğini… Neden seninle, sizinle daha çok anı paylaşamadığım için yastayım. Hastalık ve ölüm bu kadar konuşulamadığı ve belki de utanıldığı için, isyandayım biraz.
Bahçemizin ormanla birleştiği kıyıda kocaman, bilge bir çam var, bir gece sevgili Özlem’le bahçede gezerken burun buruna gelip saygı duruşuna geçmiştik, zehir gibi aklın, Hızır gibi yüreğinle orada bizimle yaşıyorsun sevgili kız kardeşim, kalbime bir armağan daha vererek gittin.
Nasıl hayal edersem öyle oluyor şükür. Kendi ölümümü hayal ettim, öleceğimi hissetmemi, doğanın orta yerinde, sevdiklerimin arasındayken, sırayla gözlerinize uzun uzun bakıp vedalaşmışken, huzur içinde, kuşlar öter ve güneş batarken mümkünse, kendi geçiş törenimi düşledim bu sonbahar gününde, aynı bir bebeğin önümüzdeki bahar doğuşuna hazırlandığımız gibi kutlayarak, şarkılar söyleyerek, güzel kokular eşliğinde, yaşamı da ölümü de onurlandırarak, gözlerimi kapayıp mutlu mutlu son nefesimi verip, sonsuz uykumda bir başka gerçekliğe geçiş yapmayı diliyorum ve o uykudan ışıl ışıl uyanmaya niyet ediyorum. Dilerim o gerçekliği yaşarken de idrak edebileyim, inşallah o aydınlığa yaşarken erebileyim, beklentisizlik makamına nail olabileyim bi’ taraftan da.
Geçen gün, derenin kenarında suya döktüm içimi, dünyanın güzelliklerine doyamayışıma ağladım, gidenlerin bu anı görüp yaşayamadığına. Kendime ağladım biraz da, sonra, bazen oluyor öyle, gözyaşlarının arasından yükselip, ağlayan halimi görüp hop diye çıkıveriyorum o halin içinden, yine öyle oldu, işte o an ağladığımın şükür gözyaşları olduğuna aydım, şifanın her türlüsüne de şükürler olsun.
Kimse acısını, derdini yalnız yaşamak zorunda değil, yalnız ölmek, hastane odasında ölmek zorunda hiç değiliz, yalnız değiliz ve hiç olmadık, insan ancak kendini ayrı bırakabilir, yaranı göster bana, izin ver bir armağanım varsa verebileyim, merhem olabileyim kendimce, vermeye gönüllü olduğun kadar şifayı almaya da aç kendini, bak benim de yaram var, yakın çevremle paylaşabildiğim için ne mutlu, yaralarıma bakıp ilgilendiğimde, cerahati temizlediğimde, başka yaraları gördüğümde, o yaraları taşıyan canlar merhem olmaya, yaralarım kabuk tutmaya başlıyor, belki o zaman annemin, anneannemin ve yedi ceddimin kadınlarının da yaraları iyileşecek, belki bile diyemem, derinden bir biliş, hissediş hali bu.
Penguenler gibi iç içe girmek, soğuğa, rüzgâra karşı dirençli olmak için…
Topluluğun gücü gerek yaraları sarmaya.
Seçimlere saygı.
Ölümü seçenlere saygı duyuyorum.
Yazımı Filiz’in hepimize hatırlattığı bir diğer soruyla bitiriyorum:
Kim ya da ne geride kaldı ve unutuldu,
ama şimdi,
bilinmek, duyulmak, hatırlanmak ve eve dönmek istiyor?
Annesinin deyişiyle, ruhu Heidi, orman kızı Ada, Denizler’in armağanı… Ve baba Deniz… Yasınızı paylaşıyorum, Allah hepimize sabır versin. Umarım daha çok sarılırız, evimiz, bahçemiz sizin de eviniz, bahçeniz ve Ada bizim de çocuğumuz. Orman çağırır, ben çağırırım, gelin, Deniz’in ışıklı, bilge ağacına birlikte sarılalım.
YORUMLAR