İstanbul’da “sevgililer” günleri...
Yola çıkmak için niyet etmiştim aylar öncesinden, İstanbul’a yıllık olağan ziyaretim için fırsat kolluyordum, bizde kalan yardımcı birileri olsun ki ben de gönül rahatlığıyla Selahattin’i ve kışlık işleri emanet edebileyim diye dua ediyordum. Sonunda gökler izin verdi, gönüllü başvurusu patlaması sağolsun, bahçedeki dört güzel can sayesinde evimden ayrılıp doğduğum şehre gidebilecek hale geldim.
Yola çıkmadan önceki gün, kahvaltıdan önce dere kenarına gitmek, nergis bahçelerinin son kalan çiçeklerini görmek için sabah 8’de buluşmak üzere akşamdan sözleşmiştik. Erken kalkınca günün hareketi başka oluyor, birlikte kahvaltıdan sonra iş bölümü yaptık, kahvelerimizi içtikten sonra işe koyulduk dört koldan. Melih küçük evin yatak yorganını havalandırmaya koydu çamaşır askılığının üzerine, öğleden sonra Betül katılacak aramıza, ona yatak hazırlayacağız.
Bahçeyi kendi kaynaklarımızla besleyelim diyorduk ya, yıllardır saksıların içinde tıkış tıkış durmasına rağmen sağlıklı bir şekilde yaşayan sukulentlerle başlayalım dedik işe.
Sedef’in Eppek dükkanını görmek için heyecanlanıyorum ne zamandır, geçen yıl bıraktığımda dükkan için yer arayışı devam ediyordu, İstanbul’a gittiğimde belki uygun bir günleri olur, sohbet için arkadaşlarla orada toplanabiliriz diye de hayal kuruyordum bir taraftan, aklıma geldi, Sedef’e sorayım dedim, hem toplaşsak hem de bir traktör gübre almak için sukulentlerimizi getirsem de satsak Eppek’te, olur mu? “Tabii ki olur” dedi canım Sedef, yaşasın!
Selahattin tarif etti, ben yeni saksıları hazırladım, Gamze eski saksıdan çıkardıklarının köklerini ayırıp temizledi, tek tek küçük saksılara aktardı, o sırada yakınlarda oturan arkadaşımız Kemal ve yeni gönüllümüz Betül geldiler, bahçe masasında sohbet sürerken pırasalı böreği hazırladım, Selahattin kuzineyi yaktı, böreği fırına yerleştirdik, börek pişerken Betül ve Kemal’le bahçe gezisi bile yaptım, dönüşte Kemal sukulentleri kolilere yerleştirdi, aralarına sallanmasın diye gazete kâğıtlarıyla dolgu yaptı, Selahattin’le Betül kolileri bağladılar, Kemal’i uğurladık, yarın da Osman gelecek Eskişehir’den gönüllü.
Bir açılıp bir kapanan bulutların arasından kendini gösteren güneş yıkanmama izin verecek kadar kalmadı gökyüzünde, yıkanamadım, varsın olsun, onun dışında her şey tıkır tıkır işledi, her şey hazır, ben de hazırım.
Artık alıştım, yazı günlerimde sabah hangi cümlelerle uyanırsam, kalbime geleni buyur edip onunla ilgili yazıyorum, bu sabah da şu cümleyle uyandım: “Kim ne eder, kendine eder.”
Sanırım ilk dedemden duymuştum bu sözü, kötü bir şey yapmakla ilgili söylediğini hatırlıyorum. Dedemin sözleri bilgelikle süzülmüş hayat deneyimiydi, insanın kötü bir şey yaptığında bundan dönüp dolaşıp yine kendisinin etkilenmesi gibi, yıllar sonra fark ettim ki bunun bir de iyilik yapmakla ilgili kısmı vardı ve aynı şekilde doğruydu. O zamandan beri bu söz kalbimde o ikinci haliyle yer alıyor. “Kim ki birisine iyilik yapar, aslında kendine yapar o iyiliği.”
Dünyanın öbür ucundaki yerli halklar da aynı şeyi söylüyor, şef Seattle’a atfedilen ünlü sözdeki gibi: “Yaşam ağını insanlık örmedi, biz o ağdaki iplikçiklerden başka bir şey değiliz, yaşam ağına ne yaparsak kendimize de onu yaparız. Her şey birbirine örülü, her şey bağlantılıdır.”
Pazar sabahı gri bir havayla karşıladı beni şehir, ailemle kucaklaştım, çok özlemişin her birini, insan sevdiğine doyamıyor, öptüm kokladım her birini, Sedef pazartesi akşamı davet etmişti, Seda da çağırınca hadi gideyim bari dedim, canlarla sarıldık, ayağımın tozuyla çembere de oturmuş oldum. Sedef’le kararlaştırdık, cumartesi akşam 8’de Eppek’te 14 kişiyi ağırlayabiliyoruz.
Dağ dağa kavuşmazmış da insan insana kavuşurmuş ya, hadi titreşsin yaşam ağı, eş dost kucaklaşalım, sukulentler yeni evlerine kavuşsun, bahçe de gübreye.
Cumartesi Eppek’te buluşalım mı canlar?...
YORUMLAR