"Öğlene doğru, halkın coşkusunu kanıtlamak için Saraydan, Tophane’den ve Tersane’den -tıpkı Roma’daki bayramlarda yapıldığı gibiürkütücü top atışları yapıldı. İstanbul’un vadilerinde ve tepelerinde korkunç bir gürültü koptu. Sanki bu gürültüyü çıkarmak için dünyadaki bütün toplar aynı anda ateşlenmişti. II. Selim döneminde İstanbul’da bulunan Philippe du Fresne-Canaye, gözlemlerini en ince detaylarına kadar seyahatnamesinde anlattı. İşte Fransız gezginin 1573 İstanbul’unun ara sokaklarından naklettikleri: “Kentin her yerinde utlar, sazlar ve diğer Türk çalgıları işitilir. Neredeyse bütün sokaklarda, üstlerinden kalın iplerin (bunlara Fransızca ‘brandilloire/ salıncak’ denir) sallandığı çatal biçiminde direkler var. Bu iplerin üstünde kendilerini denemek ve havaya fırlatmak isteyenler, deneyimli 3-4 genç adamın yardımıyla isteklerini yerine getirirler; havada sallanmaktan yorulduklarında aşağı inerler; genç adamlar onlara portakal çiçeği, gül ve servi çiçeği şerbeti sunar; onlar da şerbeti içtikten sonra oradan uzaklaşırlar.”


‘Sevinç ve neşe, tebrik ve hediyeler bayramı’



Askerî uzman ve danışman olarak Anadolu’da üç yıl geçiren, bu süre zarfında birçok yerin haritasını da yapan Feldmareşal Helmuth von Moltke, Malatya’dan yazdığı 1838 tarihli bir mektupta II. Mahmud döneminin bayramlarını şu sözlerle tarif ediyor: “Sekiz gün sonra bayram (18-20 Kasım); bizde paskalya ne ise aşağı yukarı o. Bir sevinç ve neşe, tebrik ve hediyeler bayramı. O günlerde herkes verir ve alır. Esasen Türklerin prensibi ‘almalı, vermeli’, yani ‘sen de yaşa, ben de yaşayayım’dır. Bu, gerçekten basit ve zevkli bir ekonomi prensibidir. Toplumun her sınıfı, en aşağıdaki müstesna, bundan faydalanır; en aşağıdakine ise sadece kaidenin ilk yarısı uygulanır. Bu sistem hakkında ileri sürülebilecek tek kusur o en aşağı sınıfın bütün ötekilerin yekûnundan çok daha kalabalık oluşudur.”


‘Herkes bir eve girebilir, sofraya katılabilir’



Fransız şair ve yazar Gérard de Nerval, Sultan Abdülmecid’in katıldığı bayram törenini izleme fırsatı buldu. Yıl 1843, yer Sultanahmet Meydanı... “Sultan göründü. Ama atı, altın işlemelerle ve elmaslarla öylesine kaplanmıştı ki, bakan herkesin gözü kamaşıyordu. (...) Sultan atından indi, girişte merdivenlerin üstünde kendisini bekleyen imamlar ve mollalar tarafından karşılandı. Çok sayıda araba, meydana sıralanmış olarak duruyordu; Konstantinopolis’in bütün seçkin hanımları orada toplanmıştı ve arabaların kapı perdelerinin yaldızlı kafesleri arkasından töreni seyrediyorlardı. En seçkin olanlar, caminin yüksek balkonlarında yer alma ayrıcalığını elde etmişlerdi. İçeride olup bitenleri görmedim, ama başlıca törenin, bir koyun kurban etmek olduğunu duydum. O gün, aynı uygulama, bütün Müslüman evlerinde gerçekleştiriliyordu. Meydanın her yanında oyunlar, eğlenceler, her çeşit satıcı vardı. Kurban kesiminden sonra herkes yiyeceklerin ve serinletici içeceklerin başına üşüştü. Poğaçalar, şekerli kremalar, kızartmalar, halkın çok sevdiği, yanında maydanoz ve mayasız ekmek dilimleriyle yenen ızgara koyun etinden oluşan kebaplar, belli başlı önemli kimseler tarafından, herkese bedava dağıtılıyordu. Ayrıca herkes, bir eve girebilir ve kurulmuş sofraya katılabilirdi. Yoksul ya da zengin olsunlar, evleri olan bütün Müslümanlar, Tanrı misafiri olan herkesi mevkilerine ya da dinlerine bakmaksızın ellerinden geldiğince ağırlıyorlardı.”


‘Bir grup askerin yarattığı en komik sahne...’

II. Mahmud döneminde İstanbul’a gelen Julia Pardoe; Harem’i ve Osmanlı gelenekleriyle gündelik yaşamını yakından görebilmek için Türk evlerine konuk oldu. İngiliz yazar, 1836 senesi gözlem ve izlenimlerini daha sonra detaylarıyla yazdı. Misafir edildiği konakta uyandığı bayram gününü şöyle anlatıyordu: “Sabah mahmurluğumu esanslı bir suyla attım ve kahvemi minicik porselen bir fincandan yudumladım; fincan o kadar küçüktü ki bir peri dahi bunu içebilirdi. (...) Darphane’de yüksek bir mevkii olan varlıklı bir Ermeni elmas taciri, bize saltanat alayını ve bütün merasimi seyredebileceğimiz bir pencere ayarlamıştı ve adımlarımızı bu noktaya doğru hızlandırdık. (...) Ulu Padişah’ın tebası, onun geçeceği yeri gören bütün sokakları tıka basa doldurmuştu; Avrupalı kavalyelerimizin ve yerli hizmetkârların bütün gayretlerine rağmen ilerlememiz imkânsızdı. Hal böyle olunca, bu Türk kalabalığının teşkil ettiği yeni ve pitoresk manzarayı rahatça izlemek üzere kalabalıktan biraz uzakta bir yer bulup durduk. Uzakta Ayasofya’nın devasa kubbesi ve ok gibi minareleri yükseliyordu; onların altında, göz alabildiğine, fırtınadan sonraki dalgalar gibi kabarıp inen, fesli ve sarıklı kafalardan müteşekkil bir deniz uzanıyordu. Her çatı, yıkık dökük her duvar, her çöp yığını hevesli seyircilerle örtülmüştü; etraftaki evlerin pencerelerinde de peçeli kadınlar ve gülen çocuklar doluydu.” Pardoe’nun bayram törenine dair anılarında yer verdiği bir anekdot ise ilginç: “Sözünü ettiğim askeri meselenin Padişah ile nazırlarının, Saray’ın kadın efradını silahlarıyla selamlayacak askerlerin peçeli ve kutsi çehreleri bir anlığına görme fırsatı bulmalarını istememelerinden neşet ettiğini beyan edeyim. Halli lazım gelen bu müşkülat, merasimin ‘debdebe ve tantanasını’ korurken, bu geçici imtiyazı imkânsız kılmanın bir yolunu bulmaktı. Neyse ki sonunda çok orijinal ve ehven bir çare bulundu; biz de bu yeni nizama Friedrich Max Müller Feldmareşal Helmuth von Moltke şahit olacak kadar şanslıydık. Arabaların yavaş ve gürültülü takırtısı işitildi; kulaktan kulağa hanım sultanların yaklaştığı yayıldı; aniden askerler sultanların beklendiği açık sahaya sırtlarını döndüler ve silahlarını geriye doğru alabildiğine uzattılar, yani tören manevrasını arkadan yerine getirdiler. O güne kadar bir grup askerin yarattığı belki de en görülmemiş ve komik sahneydi bu! Askerler bu rahatsız ve eminim ki zor vaziyette dört araba da geçene kadar kaldılar, sonra eski pozisyonlarını aldılar ve saray korteji geri dönene kadar laubali biçimde tüfeklerine yaslanarak durdular.”



Dolmabahçe Sarayı’ndaki tören




Oxford Üniversitesi’nde görevli dilbilimci Friedrich Max Müller ile eşi Georgina Adelaide, 1893’te İstanbul’a geldiler. Çiftin mektuplarında çizdiği bayram portresi, diğerlerinden farklı. Arife akşamı 20.30’da top atışlarıyla başlayan şenlikler, sabaha kadar devam ediyor. Sultan Abdülhamid’in 7’de teşrif ettiği Dolmabahçe Sarayı’ndaki tören şöyle gerçekleşiyor: “Sultan gayet sade bir askerî ceket giyiyordu. Başında bütün bu debdebeli kalabalığın giydiği bir fes vardı. Üstünde, belindeki altın saplı ucu kıvrık kılıçtan başka hiçbir süs alâmeti yoktu. İçeriye girdiği zaman herkes yere kadar eğilerek kendilerine selâm durdular. (...) Sultan kendisine yakın paşaların ayaklarına kapanmalarına müsaade etmiyordu. Hafif bir el hareketiyle bunların, önünde yere eğilmelerini kâfi bulduğunu gösteriyordu. (...) Bayram tebrikleri biter bitmez, padişah ayağa kalktı. Orada bulunanların hepsi yere eğilerek kendilerini selamladılar. Fakat Sultan hiç kimseye bakmadan, selam vermeden, salondan, Gazi Osman Paşa’yla birlikte çıktılar. Salon çok kısa bir zamanda boşaldı. Hepimiz büyük bir memnuniyetle adeta bizi davet etmekte olan o cazip büfelere doğru döndük. Gerçi saat 9 idi, fakat ekserimiz 5 civarında kahvaltı etmiştik.”



Perihan Özcan



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.