Merhaba Hayat,

Biraz az konuşan sözcüklerimle geldim. Dilimi yitirme kaygılarımdan, kokumu bulamama korkularımdan, unutamadığım kırgınlıklarımdan, affedemediğim aile büyüklerinden. Yılın dokuz ayı soğuk olan bu küçük şehirden. Amerika Birleşik Devletleri'nin kuzeyinden. Hayatin başka dilde aktığı bir gezegenden.


Bana “yasal uzaylı” (“alien”) statüsü tanıyan vizemle, “duygusal destek hayvanı” (“emotional support animal”) statüsündeki üç renkli kedimle, Wal-Mart’tan aldığım Cadılar Bayramı heykellerimle, biraz üşümekten biraz da hissetmekten yorulmuş bedenimle.


Merhaba hayat, ben insanım.



--


Bu mektubu, bir önceki yayımlanan yazımda bahsetmiş olduğum gibi Aralık başında kaybetmiş olduğum babam hastanedeyken yazmaya başlamıştım.


--


Sevgili baba,

Hastanedesin, bilmiyorum çıkman ne zamana denk gelecek, bilmiyorum ben seninle konuşabilecek miyim yakın zamanda; ama eğer çıkarsan göndereceğim bu mektubu sana.


Kendime bir anne bir de baba bulmaya diye gelmiş olduğum bu dünyada, 31 yaşında, bir zamanlar sınıf arkadaşım ya da hatta yakın arkadaşım olan nice insanın ismini bile bilmediği bir şehirde tek başıma yaşayacağımı düşünmezdim. İnsan zaten genelde yaşayacağı hayatla ilgili çok farklı fikirlere sahip oluyor; malum, hepimiz hayatın anlamını çözmek için etrafa bakmamız gerektiği söylenerek büyütüldük.



Dünyanın sevildiğine bir türlü inanamadığı dönemi - bilim zirvelerinde önemli kimselerin göğüslerini gere gere, süslü sözlerle birbirlerine açıkladıkları ve çoktan çözüldüğünden emin oldukları çok bilinmeyenli bir denklemde gizli saklı bir virüs çıkıverdi ortaya, apansızın: Kimsecikler inanamadı.


Zaten hayat en çok biz onu çözdüğümüzü zannettiğimizde gülüyor bize. Biz şaşırdığımızla kalıyoruz.


Şimdi ben içimdeki nice korkuyla nice yarayı birbirlerine karşı dikilttiğim zaman hepsini içine alan bir karmaşık renkli gerçeklik ortaya çıkıp yutuveriyor hepsini. Aslında şöyle adamakıllı tanışamadığımız gerçeği kalbimin çok ortasında bir iz bırakıyor, bardağın dibindeki kireç tortusu gibi. Şahsen ben tam olarak nasıl anlatacağımı bilmiyorum; ama sen babanı kaybettin, belki o gitmeden evvel benzer şeyler hissettin benimle.


Bilmiyorum kaç defa söylendim arkandan, "babamın tek sözü 'gitmesen olmaz mı?' oldu" diye… Amerika’ya göç edecek kızına söylediği tek cümle bu. Ne kadar ayıp. Ne kadar kısa.


Şimdi ben de aynı şeyi tekrar ediyorum içimden, kulağımda Gipsy Kings - 14 yaşımda sana karışık kasetini yaptırdığım Gipsy Kings.


Bilmiyorum geçmişimizden mi beslenecek yeni geleceğimiz yoksa sıfırdan bir şeyler mi inşa edeceğiz sen geri döndüğünde. Belki mesleğin sebebiyle yaptığın gibi bir plan çizeceksin Rotring kaleminle, bir inşaat planı, sonra beraber inşaat alanına gideceğiz ve ben çimentonun o kadar akışkan bir şeyden o kadar katı bir şeye evrimini izlerken senin bildiğin onca şeyle gizli gizli övüneceğim. “Benim babam bu binayı yaptı. Evet, o bir inşaat mühendisi.”


Çocukların babalarıyla övünmek için ne kadar az sebebe ihtiyaçları var. Bizse kendimizle nasıl zıt bir yerden iletişim kuruyoruz. Ben mesela, ne yaparsam yapayım bir türlü yetiremiyorum kendime. O gün tesadüfen spor yaptıysam çamaşırları yıkamadım diye suçluyor zihnimin arkası. Öbür günler gene çok fazla yedim diye söyleniyorum, reflüm biraz daha aktif olarak belli ederken kendisini. Sen de gece yarısı kalkıp annemin günü için yaptığı sarmaları tek harekette yutardın. Ben o dolmaların hayaliyle uyandığım günler geçirdim buraya geldiğimden beri. Bazen kıskanıyorum senle ablamı, annemle yaşıyorsunuz diye. Dünyanın en güzel yemeklerini yiyorsunuz her gün. Hem de birbirinizin ayak seslerini duyuyorsunuz mesela bulunduğunuz odaya doğru. Ya da kedilerin birbirleriyle atışmalarını birinci elden izliyorsunuz. Akşam biriniz çay getiriyor, sabah biriniz çay demliyor.


Yalnız yaşamayı düşündüğüm kadar çok sevmedim. Sevemedim. Bir zamanlar İstanbul’da yaşamayı çok sevmek isteyip de bir türlü sevemeyişim gibi. Burada da yaşamakta olduğum bir yuvam var ama bir türlü tam yuva gibi göremiyorum onu. Başımı altına koyduğum bir çatım ve bana her karşılaşmamızda çikolata ikram eden komşum, yan binada sadece 75 sente çamaşırlarımı yıkayabildiğim bir çamaşır ve kurutma makinesi, üç sokak ilerimde köpekler için bir park, evimden tam iki dakikalık yürüme mesafesinde olan ve aynı zamanda iş yerim olan güzel bir doğal ürünler marketim var. Şükredebileceğim binlerce sebep. Evet. Biliyorum. Benim yerimde olmak isteyen belki yüzlerce insan var… Ama buraya geldiğimden beri öğrendim ki insan bazı acıları ve sıkıntıları sadece şükürle üstlenemiyor bazen. Ya da şükür duygusu kendisini aynı oranda sıkıntılı olma duygusuyla birlikte tezahür edebiliyor. Yani bu şansa sahip olduğum için şükretmem bu duygunun hiç de rahat ve keyifli olmadığı gerçeğini ötelemiyor.


Neyse, şimdilik burada bitireceğim mektubumu. Hastanede uyuduğun her gün için bir mektup yazacağım. Belki uyandığında bunları okuyarak yetişirsin bulunduğum yere, kimmişim ben, neler hissediyormuşum. Sonra da sen bana yazarsın belki, sen kimmişsin. Belki birbirimizi tanıdıkça daha çok fark ederiz aile olduğumuzu. Farklılıklarımızın ve uzlaşamadığımız görüşlerimizin biraz arkasında paylaştığımız genler var. Ama işte, pek konuşmadık birbirimizle.


Olsun, zamanımız var. Hiç kimse çıkamıyor evinden, sana doğum gününde de söylemiştim, “belki sık sık konuşuruz, bütün dünya evinde, ben de evimdeyim; internetten görüşürüz belki.”


Belki sen döndüğünde yaparız. İyileşmeni heyecanla bekliyorum.


Civcivin,

Elif



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.