“A voice infinitely kind” diye söz ediyor Richard Bach Illusions kitabında yaratıcıdan. “Nasıl çevirilir bu şimdi?” diye düşünüyorum ben de. Amerika’da 3 yıldır göçmen olarak yaşamakta olan bendeniz için iki dilin arasında sıkışıp kalmışlığımı hatırlatıyor bir defa daha sözcükler. Çeviri konusunda buraya gelmeden önce düşündüğüm kadar iyi değilim. Dilin konuşulan değil de yaşanılan bir şey olduğunu fark edeli beri bir tarafım hep Türkçe hissederken diğer tarafım dilimi “Amerikaca” yaşamak durumunda. İki dil arasında saydam ve zerafetli bir geçiş inşa etmeye çalışmaya başlayalı da çok olmadı; ancak bu geçişin hayat boyu sürebileceğini idrak ettiğimden beri bu arada sıkışmışlık duygum biraz kolayladı.
2015’te sırf bana durmadan Greencard çekilişine başvurmamı söyleyen eski erkek arkadaşımın gönlünü yapmak için başvurmuş olduğum çekilişten takribi 5 sene sonra Kuzey Amerika’daki evimden Türkiye’deki babamın öldüğü haberini alacağımı hayal etmemiştim. Babam dün öldü. Türkiye saatiyle 6:30’da, benim saatimle akşam 8:30’da. Sabah saat 5’te mesaim başladığı için ben çoktan uykudaydım. Ben öğrendiğimde Türkiye’de bitmekte olan gün benim için yeni başlıyordu. Yani benim zaman dilimime göre babam hala bir yerlerde hayatta idi. İlk 8 saat sapasağlamdı zihnim, “Uzun zamandır hastanedeydi, bekliyordum” derken izlemiştim kendimi dirayet içinde. 25 gün yoğun bakımdaydı, Covid 19 sebepli kalp krizi. 64 yaşındaydı. Whatsapp’ta okundu işaretli son mesajım “Seni çok seviyorum, hep sevdim.” idi. Zaten birisini sevme eylemi anlık bir durum değil bence; sevgi kendi gerçekliğinde, kendi zaman diliminde, kendi coğrafi koordinatında, bizim idrak etmeye çok da öyle gücümüzün yetmediği bir alternatif düzlemde kendisini sürekli olarak var etmeye devam ediyor. Ben babamı, ana rahmine ilk düşme anımdan beri seviyorum. Sevgimi kendisine yönelttiğim beden bu dünyada fiziksel olarak yer kaplamasa da artık, sevgim kendini var etmeye devam edecek.
26 Eylül 2017’de buraya gelmek üzere uçağa binmeden hemen önce babam “gitmesen olmaz mı?” diye sormuştu. O ana kadar üzerine neredeyse hiç konuşmamıştık gideceğimin. Sanırım bir tek bu cümleyi kurdu konuyla ilgili. Ben de alay etmiştim gülerek, “hıı, tabi.”
“Gitmesen olmaz mı?” Şimdi ben bu soruyu kendisine sorsam benimle dalga geçecek bir Erhan Bilal yok. Zaten ben bu soruyu sorduğumda babam çoktan gitmiş, aramızdaki saat farkından.
Uzundur düşünüyorum, her şeyin alternatifiyle var olduğu bu dünyada bi’ tek yaşamın alternatifi yok galiba. Yaşamıyor gibi hissetme halleri var, yaşamak istememeler var; doya doya, ciğerlerinin en dibine kadar “İyi ki yaşıyorum!” dedirten anlar var - ama yaşamın alternatifi yok. Ölüm bir alternatif değil, bir yokluk hali. Yokluğun icinde bir alternatif belki de, ancak bizim alışageldiğimiz kavramsal düzlem yokluk içinde kendini var eden bir mevcudiyeti idrak etmekte genelde güçlük çekiyor.
Velhasıl, babam ben kendisinden 20 bin kilometre uzaktayken bu dünyadan ayrıldı. Ben onun mezarını en yakın ne zaman göreceğimi bilmiyorum. Ancak buradaki evimin bir köşesinde ona ait bir alan hazırladım. Tütsü ve mum yaktım, ona uzun bir mektup yazdım, onun sevdiği Ahmet Kaya ve Elvis Presley şarkılarını çalıp mırıldandım bazen ağlayarak. Bir gri taşın üzerine onun ismini yazdim, ERHAN BİLAL (1956-2020). Arkasında büyük harflerle “I LOVE YOU.” yazıyor.
Yasımın ve babasını dünyanın öte ucunda kaybetmiş Elif’in duygularının Türkçe veya İngilizcesi yok. Bu tür duyguların belki de zaten insan diline birebir bir çevirisi yok. Kalp dili sanırım. Kalbim kırık biraz. Biraz öfkeliyim. Zaten sanıyorum o iki dil arasındaki duvarı saydamlaştıracak duygular tam da bu tür duygular. Bazen sözcüklerle ifadesinde zorlanılan, telefon edip karşılıklı olarak sessizliği beraber dinleme sürecine iten o duygular. Ben şimdi sessizce, soğuk bir sabaha başlıyorum; bir başka zaman diliminde, bir başka coğrafyada kalbinin ağrısını kalbimde taşıdığım anneme ve ablama, kalp dilimle, sarılarak.
Sevgiyle,
Elif
YORUMLAR