Biz kimiz?
Biz hep ‘‘başarılı’’ olmamız gerektiği fikriyle büyütüldük. Başarılı kabul edilebilmenin ilk koşullarından birisi de; toplumun onayladığı, saygı duyduğu ve genellikle ‘‘garanti’’ olarak tabir edilen mesleklere sahip olabilmekti. Doktorluk, mühendislik, avukatlık ve öğretmenlik gibi. Elbette bu saydığım meslekler gerçekten bu alanlara yatkın olunup; büyük bir heves ve mutlulukla icra edilebilir. Fakat bizim kuşağımız bu meslekleri ‘‘başarının’’ kıstası olarak gördüğü için tercih etti ya da tercih etmek zorunda bırakıldı çoğunlukla. Bugün etrafınıza baktığınızda işini mutlulukla yapan kaç insan görebiliyorsunuz? Ve belki de bu durumunda etkisiyle yaptığımız işlerde herhangi bir yaratıcılık emaresi göstermiyor, halihazırda var olanı günün değişen ve gelişen şartlarına uygun haliyle icra etmeye çalışıyoruz sadece.
Lisede, karikatür çizmeyi çok seven bir arkadaşım vardı. Dersleri çoğunlukla gerçek tutkusu için çalışma zamanları olarak görür ve dinlemek yerine çizerdi. Bu durum dolayısıyla çoğu kez sözlü ve fiziksel şiddete maruz kaldığına şahit oldum. Yıllar sonra ise iyi bir karikatürist olduğunu öğrendim. Ama o arkadaşım gibi içindeki tutkuya sahip çıkabilme cesaretini çok az kişi gösterebiliyor diye düşünüyorum.
Seçilen mesleğin insanın hayattan elde ettiği doyuma çok büyük bir katkısı olduğu yadsınamaz. Ve bir ömür, tek bir mesleğin içine de hapsedilmemeli belki de…
Neden eğitim sistemimizin tek amacı bizi ‘‘iyi bir meslek’’ sahibi yapmaya çalışmak? Peki biz insanlar sahip olduğumuz mesleklerin ötesinde kimiz? Duygularımız, ilişkilerimiz, ilgilerimiz, inançlarımız… Bütün bunların ışığında kim olduğumuzu bilmek asıl önemli olan şey değil midir? Neden asıl varlığımız mesleklerin, unvanların ve etiketlerin gölgesinde kalmaya mahkûm edilir?
Düşünsenize; çocukluğumuzdan itibaren özgürce düşündüğümüz, fikir ürettiğimiz, baskıdan ve dayatmalardan uzak tartışabildiğimiz, aşkı, dostluğu, sevgiyi, erdemi… konuştuğumuz bir eğitim almış olsaydık? O zaman yine bugün yaşadığımız cehennemi yaşar mıydık?
Toplumun onayını alma ya da saygı görme kaygısı taşımadan, yalnızca var oluşunu yaşayan ve bu haliyle doyumlu bir hayat süren insanlar yok mu? Kendilerini tanımlamak için unvanlara ihtiyaç duymayan, varlıklarının kıymetini bilerek yaşayan bu insanlar, hayatlarını sessiz ama sahici bir biçimde sürdürürler. Belki de gerçek varoluş, bütün bu beklenti ve yüklerden azade bir yaşamın içinde saklıdır.
Bu bilgilerin ışığında en büyük dileğim; oğlumun salt varlığıyla kıymetli olduğunu derinden hissedebilmesi. Doğduğu andan itibaren içinde yer aldığı gerçeklikten kopmaması, toplumun dayattığı keskin ‘‘iyi’’ ve ‘‘kötü’’ sınırlarının içine sıkışmaması, sevgi ve saygıyı korku ya da baskıdan azade yaşayabilmesi… Koşullara uyumlanmak pahasına dürüstlüğünden taviz vermemesi, erken yaşlardan itibaren bilgi yüküyle kuşatılmak yerine, zamanın esiri olmadan, özgürce koşup oynaması ,ağaçlara tırmanması…
Tüm bunların mümkün olabilmesi için verdiğimiz çaba, çoğu zaman toplumsal önyargılar ve kendimizle olan içsel savaşımız dolayısıyla zorlaşıyor. Fakat bunu mümkün kılmaya çalışmanın da başka yolu yok!
Yaratıcı Eylem: Bir Var Olma Biçimi kitabında Rick Rubin; bilmemenin gücüne değinir. Hayvanların da çocuklar gibi karar verme konusunda zorlanmadığını, öğrenilmiş davranışlarla değil, doğuştan gelen içgüdülerle hareket ettiklerini söyler. Bu ilkel gücün bilimin henüz yakalayamadığı kadim bir bilgelik barındırdığını vurgular. Rubin’e göre çocukların süper güçleri; anda kalabilmek, oyunu her şeyden daha değerli görmek, sonuçlara aldırmamak, acımasız dürüstlük ve tutarlılık gösterebilmek, devamlılık derdi olmadan bir duygudan diğerine geçebilmektir. Rubin, çocuk için ne geçmişin ne de geleceğin var olmadığını, sadece o anın var olduğunu hatırlatır. ‘‘Şimdi istiyorum.’’ ‘‘Açım.’’ ‘‘Yorgunum.’’ gibi…’ ’Hep saf gerçeklik.’’ Tüm etiketlerin yaratıcı çalışmalarımıza yarardan çok zarar getirebileceğini söyleyen Rubin;’’Etiketleri kaldırın şimdi dünyayı nasıl görüyorsunuz? diye sorar.
Üzerine sık sık düşünürüm: Ulaşmak istediğimiz hal bir çocuğun haliyken neden çocukları kendimize benzetmek için bu kadar çaba harcıyoruz? Oysa asıl amacımız; tüm bu sınırları aşarak, çocukluğu korunmuş bir yetişkine dönüşecek, yetişkin dünyasının gölgesinden azade bir çocuk büyütebilmek olmalı.
YORUMLAR