Sessiz, oyunsuz…
Yaşadığım yer o kadar küçüktü ki birbirine çattığım birkaç tahta parçasıyla boş bir arsada oynamak, biçilmiş bir buğday tarlasındaki saman balyalarının arasına minik bir oyuk açıp içine girmek, dışarıya çıkmama izin verilmediğinde iskambil kağıtlarından kuleler inşa etmek o an benim tüm dünyam oluyordu.
O dünyada ve kendimde kayboluyordum. Beni hırpalayan ne varsa, katlanamadığım, fark ettiğim ama bilmiyormuş gibi yaptığım, hatırlamak istemediğim her ne varsa hepsinden uzak, kendi sessiz dünyama kaçıyordum.
Sarı yeşil bir yerdeydim. Bahar gelip kirazlar açtığında yanlarına kırmızılar ekleniyordu.
Kışın hep tarlalar, hep toprak rengi ve hep sert yağmurlar altında salınan başakları izliyordum.
Baharın sonunda dallarda meyveler olgunlaşmaya başlayınca, bir zaman sonra karpuz kabuklarının denize ulaşacağını ve yazın geleceğini biliyordum.
Upuzun bir sahilde, henüz binaların kuşatması altında boğulmamış, sessiz, ıssız, biteviye maviliklerin içinde balıkların oynaşmalarını izleyerek dalgaların arasına atıyordum kendimi.
Sabahlar hep biraz serin olurdu. Deliksiz çocuksu uykumdan uyanmak hep biraz sert gelirdi. Sokaklar hep özgürlüğümdü, dört duvar dilsiz tanıklarım.
Ve yaz, ve kış, dinmek bilmeyen rüzgârlar.
Balkanlardan gelen soğuk hava dalgaları önce hep bizim üstümüzden geçiyordu.
Bulutlar gökyüzünde hiç yorulmaksızın koşuyor, ufuk çizgisi hep ulaşılmaz görünüyor, hayallerim büyüyor ama bana ait dünyam küçük kalıyordu.
Sahilden uzak, denizin ortasından geçen o kocaman gemilerin nereden gelip nereye gittiklerini merak ediyor, uzun uzun denize bakıyor, başka dünyaları hayal ediyordum.
Tüm bunları yaşadığımı pek kimse fark etmiyordu. Kimse ne düşünüyorsun diye sormuyor, ne hayal ettiğime meraklanmıyordu. Büyükler kendi telaşlarının peşindeydi. Hep bir sonraki işin, bir sonraki çocuğun, sonraki günün, sonraki…
Çocuklar anlamaz sanırız, çocuklar düşünmez, bilmez, idrak edemez sanırız.
Aklımız sıra yaşadıklarımızı, sıkıntılarımızı, hayal kırıklıklarımızı onlardan gizleriz. Gerçek duygularımızı, hüzünlerimizi, öfkelerimizi yansıtmayalım, zarar görürler diye kendimizi kandırırız.
Belki de kendi çocukluğumuzu fazla derinlere ittiğimiz içindir bu yanılgı.
Biraz geri dönüp baktığımızda o zamanlar bilmiyoruz, anlamıyoruz, fark etmiyoruz sanılan ne çok şeyin farkında olduğumuza şaşırırız.
Oysa ancak biz söylersek bilecek, anlayacak sandığımız çocuk pek çok şeyin zaten farkındadır.
Uyuyor sandığımızda yorganın altından bağrışmaları dinliyordur, okulda sandığımızda kapının önüne kadar gelmiştir ve kapıyı çalacağı sırada duyduklarını anlamlandırmaya çalışıyordur o an, komşu teyzelerin ya da okulda öğretmenin ağzından kaçırdıklarını düşünüyor, yürürken yanından geçtiği esnafın ettiği küfrü ezberliyordur.
Çocuk bilir söylemez, anlar ama açık etmez, yaşar ama paylaşmaz, hisseder ama hissettirmez. Kendini özgürce ifade edebileceği bir alan, derdini dökeceği ılıman bir iklim göremezse gizler, yüzlemez, içine atar, dibine gömer, köküne akıtır her şeyi.
Bunu yapmakta çoğu zaman yetişkinlerden bile maharetlidir çocuk. Çünkü bagajı henüz boştur. İçine attığı her şeyi biriktiren, dibinde suyu hiç bitmeyen bir kuyu gibidir ruhu.
Tüm bunları düşünmemin nedeni bugünlerde sokaklarda gördüğüm çocukların yüzlerinde sezdiğim ağırlık. Onlara baktıkça kendi çocukluğumu yeniden düşünüyorum her seferinde. Geleceğe dair ne kadar da iyimser olduğumu, kendimi kuşla, toprakla, denizle, bulutla nasıl oyalayıp ruhumu kurtardığımı.
Ve bugünün çocuklarının ne kadar az oyuna ve ne kadar çok sessizliğe sahip olduğunu.
Bu sessizlik ve oyunsuzluk iyi değil, hiç iyi değil…
YORUMLAR