Şirin Baba

Çaydanlıktaki su yavaş yavaş ısınıyor. Suyun tepkileri, çaydanlığın ıslığı, tüp ateşinin hırıltısı... Tek tek ve hep beraber oradalar.


Daha önce yapmadığım bişe yapıp, konser dinlemek için başka şehre gidiyorum. Evgeny Grinko'yu yıllar önce Taksim'de bi mekanda dinlemişliğim var. Mekan sıkışık, gelenlerin çoğu müziği dinleme diil, yanındakini ve sosyal medyadakileri etkileme derdinde, sürekli bi ışık ve ses kirliliği halindeler. Adam her şeye rağmen güzellik saçıyor. Günün birinde tadını çıkara çıkara dinlemeyi diliyorum. Yıllar geçiyor, yeniden gelmeye karar veriyor, biraz geç haberim olunca İstanbul biletlerini ıskalıyorum. Arkadaşım "İzmir'dekinde bilet var" deyince de düşüyorum yollara.


Azıcık zamana bin kişi sıkışmasın diye sadece birkaç kişiye söylüyorum geleceğimi. Hepsinin işi gücü çıkıyor, sap gibi kalıyorum ortalıkta. Alsancak'ta bi hosteli tavsiye ediyorlar, Türkiye'de hostel macerası fikri hoşuma gidiyor, yer ayırtıyorum. Tatlı bahçe kapısı, düzgün ev sahipleri, gitar tıngırdatan yabancı oğlan, kitap okuyan kız, arka tarafta, sakin bi oda... Her şey makul başlangıç için. Gün içinde sokaklarda, deniz kenarında falan sürtüp, akşam olunca odama çekiliyorum. Odamın baktığı bahçeden konuşma ve müzik sesleri geliyor. Biraz dikkatim dağılarak kitabımı okuyorum. Sonra sesler artıyor, müziğin kıvamı değişiyor. Son kozum olan kulak tıkacımı çıkartıyorum. Kitabı bırakıp internette oyalanıyorum. Ses arttıkça artıyor, müzik iyice dıdıdı dıdıdı dıdıdı dıdıdı'ya bağlıyor. İbiza'da mıyız ulan! 4'te falan bitiyor tantana.


Sabah gözümden uyku akar halde çantamı sırtlanıp ayrılıyorum hostelden. Sokaklarda dolanıp ucuz oda bakınıyorum. Pansiyon yazan bi binaya dalıyorum. Dar bi merdivenin ardından kahvaltı eden bi karı kocaya rastlıyorum. Kadın bezmiş, adam ters. "En üst katta sağda bi oda var." deyip anahtarı veriyor ters adam. Dar, karanlık merdivenlerden çıkıyorum. Koridorda Zeki Demirkubuz filmlerinden fırlamış mutsuzlukta adamlarla karşılaşıyorum. Dar alanda yan yan yol vererek geçiyoruz birbirimizin yanından. Bahsedilen odanın kapısını açıyorum. Tek kişilik bi yatak+1 metrekare alan. Ağzına kadar dolu bi küllük, dev sigara kokusu. İniyorum, "Daha geniş bi yer bakayım ben" diyorum, "Bi de klimalı, içinde tuvaleti olan oda var" diyor başörtülü, hafif tombik kadın. Ona da bakıyorum, nispeten makul, en azından havası temiz falan, duşu kontrol ediyorum, duş başlığının 5 yerinden su fışkırıyor, su ısınmıyor. Diyorum "Baran saçmalama, 3 kuruş fazla ver, penceresi olan bi yerde kal, 40 yılın başında bi İzmir'e gelmişsin." Aşağı iniyorum, beyaz saçlı, asık suratlı adam bişe için kızıyor kadına. "Ben bi turlayayım." diyorum, adam "Turla" diyor yarım ağızla söylenerek. Çantam sırtımda, kahvaltı edecek yer bakıyorum. Arkadaşlarıma söyleniyorum, İzmir'e gelme kararıma gıcık oluyorum falan derken minik bi yer görüyorum, bakıyorum ismi Şirin Baba, çalışanlar da güzel insanlara benziyorlar, kahvaltıdan vazgeçiyorum, tost neyime yetmiyor? "Tost yok ama söyleriz" diyor bereli, sakallı arkadaş, oturup çayla yiyorum. Tost biterken yanımdaki panoda yazan çeşit çeşit aromalı Türk kahvelerini gösteriyorum, soruyorum "Tavsiye edeceğin aroma var mı?" diye. "Hiçbirini tavsiye etmem, sonuçta aroma dediğin şey kimyasal" diyor bereli-sakallı. ’Kakuleli var mı, kukuletalı var mı?’ diye sorup durdukları için satıyorum ama ben içmem, kimseye de tavsiye etmem. Aromalı oralet istiyorlar diye de kurutulmuş meyve buluyorum, onlardan oralet yapıyorum." Gülümseme yerleşiyor tekrar yüzüme. Dünden beri darlayan, "Ne işim var lan burada?" diyen tüm iç seslerim kayboluyor. Bi tatlı mekan ismi, bi tane de şefkatli, özenli insan yetiyor yine karanlıktan çıkmaya.


Sebastian'ı Berlin'e uğurladıktan birkaç saat sonra Marakeş'ten ayrılıp Fes'e gidiyorum. Öksürüğüm artmış durumda, 6 buçuk saatlik tren yolculuğunda öksür öksür hem vücudum sarsılıyor hem de bakışlardan yoruluyorum. Taksiye binip eski şehre gidiyorum. Fas'taki şehirlerin çoğunda bi Old Medina bi de yeni merkez var. Old Medina denilen kısım eski şehir merkezi; güneşten koruyan daracık, labirent gibi sokaklar, rengarenk kapılar, sokaklarda oynayan çocuklar, küçücük dükkanlar, dip dibe teraslar, bisiklet ve motosikletler... Yeni merkezler ise kocaman binalar, geniş, asfalt yollar, uluslararası markalar, ışıltılı reklam panoları gibi dünyanın her yanını aynı ruhsuz sıkıcılıkla saran şeylerle dolu. Fes, krallık şehri ve en eski yerleşimlerden olduğu için oldukça heybetli surlarla çevrili, kocaman bi Old Medina'ya sahip. Taksi beni eski şehre girilen büyük kapılardan birinde indiriyor. Zihnim bi an önce labirentte yolumu bulup hosteldeki yatağıma uzanma derdinde, sabırsız ve kaygılı seslerle dolu. O sesler eşliğinde arabadan inip, arka koltuğa attığım sırt çantama uzanıyorum. Aynı anda 3 tane peçeli, gürültücü kadın benden boşalan taksiye koşturuyor, aceleyle çantamı alıp gideyim derken alnımı kapının üstündeki demire zbaam diye vuruyorum. Hafif gözüm kararıyor, çizgi film kuşları uçuyor tepemde ama kadınların darlamasından duramıyorum, hızlı hızlı uzaklaşıyorum arabadan. Telefonumdaki haritayı açıp labirentteki konumumu çözmeye çalışırken etrafımı birileri sarıyor hemen, "Hotel? Rezervasyon? Nerelisin? Halı?" soruları havada uçuşuyor. Alnım sızlıyor, elimle yokluyorum, çukur hissi. Elime bakıyorum, kan içinde. Allahsızlar kan falan dinlemiyor, bi saniye aman vermiyorlar. Oradan da kaçarcasına uzaklaşıyorum. Daracık sokaklar turist kaynıyor, harita şaşırıp duruyor, defalarca kayboluyorum. Birkaç mendille kanı yavaşlattıktan sonra selfie kamerasıyla alnıma bakıp, yüzüme yerleşecek ilk yara izine gülümsüyorum.


Güç bela kalacağım mekanı buluyorum. Djellaba giyen, 1 aylık sakal uzatmış, durmadan öksüren, burun çevresi kırmızı ve yara içinde, alnındaki yarıktan kan akan bi tip olarak dalıyorum mekana. İngilizce konuşamayan ev sahibesi ve girişte oturan çeşitli sarışın insanlar garip garip bakıyorlar, South Park sessizliği yaşıyoruz bi süre. Tarzanca’yla, çeviri yardımıyla falan yatacağım yatağı gösteriyor kadın, çantamdan kurtulup, yorgunlukla uzanıyorum. Şekilsiz tuvalete girince Fas'taki ilk taharet musluğuyla karşılaşıp, ailemden birini görmüş gibi seviniyorum. Arada aynaya bakıp hohahaha diye kahkaha atıyorum tipime. 1 saat sonra hava kararıyor, her yer kapanmadan karnımı doyurmak için dışarı çıkıyorum. 5-6 sokak ötede bi esnaf lokantası bulup, mercimek yemeği yiyebilmeye seviniyorum. Kaldığım yerdeki sarılardan bi çift giriyor içeri, selam veriyorum, yanıma oturuyorlar. Freiburg'dan gelmişler. Kız temiz bakışlı, çekingen, Fransızca öğretmenliği bölümünde; çocuk kibar, konuşkan, vampir beyazlığında bi yüzü var, felsefe ve ekonomiyi aynı anda okuyor. Avrupa dışındaki ilk yolculuklarıymış, birçok yerde kazıklamaya çalışmış Faslılar, şok olmuşlar. Bi gülme geliyor tabii ama uzatmıyorum. Yemek bitince de beraber çıkıyoruz dönüş yoluna. Kız bi yol gösteriyor haritasına bakıp, ben de kontrol etmiyorum, bi süre gittikten sonra ayıyorum kaybolmuş olduğumuza. Tekrar haritaları açarken bitirim tipler yaklaşıyor yanımıza, "Para istemiyorum, herkes kayboluyor, dostluk, kardeşlik" falan sıka sıka bizi bi yola yönlendiriyor bi tanesi. Azıcık gitmişken bakıyorum yol uzayacak, hayır deyip geri döndürüyorum ekibi. Herif aşırı sinirlenip para istiyor yürüdüğü iki adım yol için, önce hayır diyor, sonra bozuk para veriyorum gitsin diye. Bozuk paraya daha çok sinirleniyor, elini sallayıp, kemikli yüzünün en nefret dolu bakışıyla bakıp "Bela mı istiyorsun? Bela mı istiyorsun?" diye bağırıyor. Freiburglular arkada tırsmış, hiç müdahil olmuyorlar. Ben de alışık diilim, bayaa da tırsmış durumdayım ama djellabam ve taze façamın da desteğiyle belli etmiyorum. Herifin gözlerinin içine bakıp "Bela yok. Bu parayı alıp gideceksin." diyorum sakin bi sesle. Bi yandan içimdeki bastırılmış öfkeyle planlar yapıyor, itoğluitin kafasını alıp duvara duvara vuruyorum kafamın içinde. Neyse ki gidiyor...


Gece Volkan varıyor Fes'e, yatmadan önce dertleşiyoruz. Bi günde kafamı yardığım, kaybolduğum, zorbalığa uğrayıp korktuğum bi yer Fes. Yarını da geçirip bi an önce defolup gitme niyetindeyim.





Yarın oluyor, günlerden cuma. Fes, ülkenin en muhafazakar yerlerinden biri. Namaz vaktini terasta geçirip çıkıyoruz dışarı. Turist dolu sokaklar boş, dükkanların çoğu kapalı. Uzun uzun dolanıyoruz sokaklarda. Şöyle sakin bi mekan bulup çay içme, insanları izleme niyetimiz var. Yokuşumsu bi sokaktan yukarıya doğru yürürken solda küçücük bi dükkan görüyoruz. Oturan kimse yok. Tezgahın arkasında bereli, bıyıklı, derin bakışlı, yaşlıca bi abi var. Selam verip oturuyoruz.


Çaydanlıktaki su yavaş yavaş ısınıyor. Suyun tepkileri, çaydanlığın ıslığı, tüp ateşinin hırıltısı... Tek tek ve hep beraber oradalar. Dükkandaki eşyalar, elektrik prizi, abinin kendisi, sokağın sessizliği... Başka bi çağa ışınlandık sanki. Acele edilmeyen, gösterişle uğraşılmayan, gürültüsüz, mütevazı, samimi ve huzurlu bi zamana...





Çaydanlıktaki su yavaş yavaş ısınıyor. Abi naneleri yavaş yavaş yıkıyor, hazırlıyor. Arkasındaki raflarda boy boy çaydanlıklar, demlikler. Kutu gibi dükkanın bi köşesinde yenice kahve makineleri. Bi köşede otlar: Adaçayı, nane, pelin vs. Sokağın karşısındaki kaldırımda oturan 40'larında, naif ifadeli baba, 3-4 yaşlarındaki kızı. Uzaktan gelen arabesk kıvamlı Arapça şarkılar, hiç bitmeyen su ısınma sesi, sokaktan geçen tek tük mahalleli, bazen turistler. Abi nane çaylarımızı getiriyor, "Şükran" derken göz göze geliyoruz. Yanaşan yaşlı kadın abiye para uzatıyor, allaşkına yok mok hareketi yapıyorlar karşılıklı, ciddileşiyorlar.


Ardından 40'larında başka bi adam geliyor. Abiye bişeler söylüyor Arapça. Bize dönüp "Biliyor musunuz, 70 yaşında o." diyor. Şaşırıyorum, bana sorsalar 55-60 derdim. "Adı Muhammed" diyor, "Çok büyük müzisyen. Kemençe üstadı. Küçükken konserlerini dinlerdim." Abinin derin bakışları daha da anlam kazanıyor kafamda. "Sonra pirinç ustası oldu, yıllarca pirinçten eşyalar yaptı. 20 yıldır da çay yapıyor burada." Dükkana, Muhammed Abi'ye tekrar tekrar bakıyorum. "Benim adım da Abdullah. Kilim ve djellaba dükkanım var şurada, canınız isterse uğrayın. Ama onun için gelmedim, yanlış anlamayın, kahve içmeye geldim" diyor gülerek. Kahvesini alıp, Muhammed Abi'yle şakalaşıp gidiyor.





Aklıma önce Derya Türkan geliyor. Sonra Renaud Garcia Fons'un Kaman Tche'sine karar veriyorum. Muhammed Abi'ye yanaşıp "Müzik açabilir miyim?" diye soruyorum, olur veriyor. Çalıyorum şarkıyı. Muhammed Abi, Volkan, ben gülümseyerek, hayallere dalarak dinliyoruz.



Fes güzel bi yere, iyi ki gittiğim bi yere dönüşüyor.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.