Ölümü bilmek mümkün mü?
Ölümü bilmek mümkün mü? Sanmam. Ölümün kendisi bildiğim bir şey değil. Kıyaslayabileceğim bir referansım yok, hiç ölmedim. Sadece çocuklarım veya sevdiklerim ölürse korkusu var. Kendisini değil, korkusunu biliyorum. Ölüm, aslından kaçamayacağım ama öncesinde pratiğini bile yapamadığım, sadece üzerinde düşünmek için erteleme hakkımın olduğunu zannettiğim bir konu.
Ölüm, iki sene önce Palyatif Bakım’da çalışmaya başladığımdan beri kendimle bağ kurmama ve yaşama hizmet etmeme aracılık ediyor. Yaşadığım yer Avustralya’da palyatif bakım üniteleri sağlık sistemi içine tamamen entegre olmuş, bilinen ve başvurulan servisler. Palyatif bakım modelleri ülkeden ülkeye değişiklik gösterse de burada uygulanan yöntemiyle, tedavisi mümkün olmayan hastaların ağrılarının azaltılması yönünde çalışan, hastanelerle kıyaslanınca masaj, Reiki, sanat ve müzik terapi gibi bütüncül yöntemlere daha fazla olanak veren, kısacası hastaların son zamanlarını fiziksel, ruhsal ve zihinsel olarak daha iyi geçirmelerini hedefleyen bir yapı.
Yakın zamanda öleceğini bilerek yaşamaya devam etmek kolaylıkla başa çıkılacak bir şey mi? Sanırım bunun zorluğundan olsa gerek, Palyatif Bakım’da yatan hastalar İlahi bir makamdan onay almışçasına neredeyse her şeyi yapmaya izinliler. Günde iki kez serviste dolaştırdığımız servis arabasında sunduğumuz çukulata ve şekerlerden istedikleri kadar yemeye veya alkollü içeceklerden (epeyce geniş bir menü olduğunu söyleyebilirim!) istedikleri kadar içmeye izinliler. Nasıl olsa...
Kâğıt üzerindeki tanımları bir kenara bırakıp Palyatif Bakımın işleyişi üzerine dikkatimi verdiğimde ruhum alışık olmadığı yerlere savruluyor. Düşünsenize, normalde kimin ne kadar ömrünün kalmış olduğu belli olmayan bir dünyada günlük rutinlerinize devam ederken, orada, ‘yaklaşık’ bir ömür biçilenler ya da başka bir deyişle ne kadar ömürleri kaldığı ile ilgili hakkında tahmin yapılabilenler yaşıyor. Ölüm, Palyatif Bakım binasının içinde kaçamayacağınız bir şekilde var olurken bir adım atıp dışarı çıktığınızda bilincinizden sessizce kayboluyor. Çünkü gençler ve sağlıklılar için ölümle ilişkimiz sadece “hepimiz bir gün öleceğiz” söyleminde kalırken yaşlılar ve hastalar için bu ‘ben ölüyorum’ gerçeğine dönüşüyor.
Yazar ve hikâye anlatıcısı Martin Shaw, masalların toksik hale gelebileceğinden bahseder. ‘’Masalın/hikâyenin/mitlerin gerçek amacı size keyif vermek değildir. Eğer hayatınızı, dinlediğiniz masalların bir yansıması olmadan yaşarsanız sizi ele geçirir ve manipüle eder’’ der. Evet, masalın gerçek amacı sizi UYANDIRMAKTIR. Sizi ‘Kral Çıplak’ diyecek cesarete getirmektir.
Ben de konu ölüm olunca, uzun zamandır hepimizin severek kullandığı bir masalı duyuyorum:
HEPİMİZ BİR GÜN ÖLECEĞİZ
Bu temel gerçeğin nasıl toksik bir masala çevrildiğini görüyorum. Doğruyu işaret etmekten ziyade, doğruluğuna kendimizi inandırdığımız bir masal türüne dönüşmesini ve yaşayış/düşünme şeklimizde bir değişiklik yapmayan haliyle bizi nasıl da zehirlediğini görüyorum.
Hepimiz bir gün öleceğiz.
Peki.
O zaman bu gerçeği bilerek hayatımızda neleri farklı yapıyoruz?
Palyatif Bakımdaki ilk günlerimde ölüme en çok yaklaşabileceğim yerin orası olduğunu düşünürdüm. Ancak zamanla kendi içimdeki ‘(nasıl olsa) bir gün öleceğim(z)’ söylemi, ‘ölüm yaşamın bir parçası ve aslında hep yanı başımda’ anlayışıyla yer değiştirmeye başladı. İçimde, öleceğimin/ölüyor olduğumun düşüncesini başlatmaktan bahsediyorum ve bu düşüncenin canlı/etkin bir güç olduğunu söyleyebilirim. Ölüm her an yanı başımda ve benden aktif olarak yapmamı bekledikleri var.
Ölmek üzere olan hastalarla çalıştığımı duyan kişilerin en büyük varsayımı ölüm yatağındaki hastalarla derin sohbetlere girdiğim ve onlardan ölmek üzere olmanın ne olduğunu öğrendiğim yönünde oluyor. Elbette ölüme yakın kişilerin etrafında olmaktan bir şeyler öğreniyorum ama çoğu zaman yaptığımız konuşmalardan dolayı değil bu. Ölmek üzere olan kişiler sırf bu yüzden bir anda daha bilge veya sağduyulu olmuyorlar. Çoğunlukla, ölüm fobik bir çağda doğmuş ve ‘ölmeye /ölmemeye çalışıyor’ olmanın sonuçlarıyla ayrılıyorlar dünyadan. Bana en büyük katkıları, kendi kendime ‘ben ölüme nasıl farklı yaklaşabilirim?’ sorusunu sormama bilmeden aracılık etmeleri oluyor.
Palyatif Bakım’da, seksenlerinde bir kadın ellerimi tutarken ağlayarak “ölemiyorum” demişti bir keresinde. Son on senesini kanser tedavisiyle geçiren bir kadındı. Kendi anlatımıyla, teşhisin konulduğu andan itibaren tedaviyle uzatılan ömrünün çoğunu gene tedavi görmek için hastanelerde harcamıştı. “Ölmek istiyorum ama o kadar çok tedavi oldum ki ne ölebiliyorum ne yaşayabiliyorum.” demişti.
Kırk iki yaşında başka bir kadın hasta, serviste iki hafta kaldıktan sonra öldü. Palyatif Bakıma giren herkes oradan yürüyerek geri çıkışının mümkün olmadığını bilir. Son haftası çok ağrılıydı, epey inliyordu ve hiç bir şekilde ağrı kesici almak istemedi. Çünkü ağrı kesicinin iyileşmesini engelleyeceğini düşünüyordu. Artık son gününde kan değerleri iyice değişip bilinci kapanınca kocası ağrı kesici verilmesine karar verdi ve iğneden sonra iki saat içerisinde öldü. Kocası şaşkındı. Ölümü hiç konuşmadık dedi.
Her hafta bu şekilde ölen onlarca hasta oluyor. Palyatif Bakım’da -oraya ölmeye gelmişken - ölümden konuşulmuyor. Masaj yapıyoruz, müzik dinliyoruz, Baileys içiyoruz, ama “ben ölüyorum“ diyemiyoruz. Konunun kendisi ölmek iken, onu öyle “ortada - dokunmadan” bırakıp etrafından dolaşıyoruz. İmkânımız olsa kendi ölümümüzde orada olmak istemiyoruz. Aklıma Stephen Jenkinson’ın bir sözü geliyor: “Ölüm zamanı geldiğinde, ölmemeyi denemekten vazgeçmenin bir yolunu bulmamız lazım’’. Kral çıplak diyor.
Bu çağda ölmek benden öncelikle bunun farkına varmamı istiyor. Sistemin, ölümü yenmek, ölümle savaşmak, mümkünse ölmemek üzerine kurulu olduğunu görmemi istiyor. Doğum – Ölüm döngüsünün ikinci yarısının ihmal edilerek yaşamın bütünlüğüne yapılan ihaneti anlamamı istiyor. En önemlisi benden kendi kişisel ömrümün sınırlılığını ve geçiciliğini hatırlayarak şu anda daha dolu, daha derin ve daha bağlantıda yaşamamı bekliyor.
“Yaşamakla yüzleşmeden ölümle yüzleşmek mümkün mü?” diye soruyor.
Hindistan’ın bir köyünde çay ikramı toprak bir tasla yapılır, sonra ev sahibi toprak tası yere vurarak kırar ve onun yeniden parçası olduğu toprakla buluştuğunu hatırlatırmış. Sonra da yeni taslar yapılırmış...
Biz nasıl hatırlayacağız peki?
YORUMLAR