Doğadan öğrenmek…
Amerikan sığlasının etrafını saran dört kişi, dokunuyoruz genç ağaca, Hayrettin Karaca’nın o çok sevdiği toprağa kavuştuğu gün, onun bahçesinden topladığımız tohumdan büyüyen genç ağacın başında kendimizce tören yapıyoruz.
Ağacın hikayesini anlatıyorum arkadaşlara, bu bahçeye gelişini. Sığlanın enerjisini dallarını daha çok büyütmeye değil boyunu uzatmaya kullanması için budadığımız yerleri görüyorum o anda, yara izlerini gövdesi boyunca tek tek takip ediyoruz, zedelenen yerlerde suyun gövdeye girmemesi ve hastalanmaması için bir madde, kallus oluşturuyor bitkiler, kendini dış şartlara karşı koruyorlar, yaraların göz göz olması bu demek olsa gerek diye düşünüyorum o anda, gözler oluşmuş ağaççıkta, dışarıya kapatmış kendini zamanla, yaralarını iyileştirmiş, içten güçlenmeye devam etmiş.
İçinde, damarlarında akan hayat enerjisini, toprak ve gökyüzü ile olan besin alışverişini hissederek varlığını kutluyoruz, ağacı kutsamaya devam ediyoruz. Her birimiz başka bir şey görüp söylüyor ağaçla ilgili, kimimizin eli yukarıda kimimizin aşağıda, her elimizin ısıyı başka türlü hissettiğini fark ediyoruz, genç ve yukarıda olan ince dallar bölgesi daha soğuk, toprağa yakın yerleri daha sıcak, toprağa yakın yerde fidanın ağaca dönüştüğü bölgeyi, büyüme izlerini takip ediyoruz hep birlikte, gövde yavaşça kalınlaşmış ve kabuğu girintili çıkıntılı olmaya başlamış. Fidan yerine yerleşmiş, gücü ve direnci artmış, artık bahçeye tamamıyla uyum sağlamış. Tam o anda Pamuk gelip ağacın üzerinde tırnaklarını bilemeye başlıyor, ağaç hiç kıpırdamıyor yerinden.
Bahçenin kıyısına, büyük çam ağaçlarının yarı gölge kuytusuna ekmişiz sığlayı, zaman içinde büyüyeceğini düşünerek de yanı başındaki ağaçların sığlaya gölge yapan dallarını budamışız, sığla serpilip büyümüş ve ışığa daha çok ihtiyaç duyuyor, çam ağacından yeni dallar budanmalı şimdi, Selahattin bunun için izin istiyor ağaçlardan.
Ormanın kendi döngüsü de böyle, zamanla eski dallarını kurutup, aralarında büyüyen genç fidanlara ışık sızması için yer açıyor eski ağaçlar. Yaptığımız doğayı taklit etmek, akıl yürütmek, büyüyüp yerine yerleşene kadar da fidanları sulamak, kökler derine inip fidan ağaca dönüşmeye başladığında kendi suyunu kendi buluyor zaten.
Doğa o kadar canlı bir şey ki, evlerimiz, kendimize oluşturduğumuz sığınakların içine de sızması an meselesi. Akşamına küçük evdeki sobayı yakmak üzere hazırlık yaparken, evi havalandırdığımız çatıya yakın pencereden bir kızılgerdanın içeri girdiğini fark ediyoruz. Kapıyı da açıyoruz, belki oradan dışarı çıkar. Bir oraya bir buraya koşturuyor, bir pencerenin kenarına bir soba borusuna konuyor, heh tam çıkıyor derken çatı katındaki eşyaların üzerine uçuyor, gitgide yorulmaya başladığını, minik ayaklarının boruya tutunamayıp vıjjt diye kaydığını izliyoruz Selahattin’le, cereyan olup da etkilenmesin diye kapıyı kapatıyoruz önce, “havanın içeri girdiği yeri takip et” diyorum kuşa, sonra varlığımızdan da ürküyordur belki, kendine zarar vermesin yavrucak diye evi terk edip büyük eve, Gamze ve Alev’in yanına gidiyoruz. Daha da çıkmamışsa dışarıda ağacın orada lamba yakalım belki oraya doğru uçar, diyor Selahattin. Sonra sohbetin içinde unutuyoruz kızılgerdanı, gece eve döndüğümüzde minik kuşun gitmiş olduğunu anlıyoruz.
Her şeyin bir ömrü, bir döngüsü, bir armağanı, bir hikayesi var. İnsanın, ağacın, kuşun, toprağın, evin, hatta pencerenin öğrettiklerini içime alıyorum, derslerimi kalbime koyuyorum. Ben doğayı izlerken doğanın da beni sabırla izlediğini biliyorum. O sessiz tanığın varlığına şükürler olsun.
YORUMLAR