Unutulmaz zamanlar…
Eve yerleştik sonunda. Kediler, tavuklar ve köpeğimiz Kuki ile birlikte yeni yuvamızdayız. Bahçeye tohumdan ve çelikten yetiştirdiğimiz saksılı bitkileri ve ağaçları da tek tek taşıdık ama evin bahçesine sığışamadık. Hemen yanımızda telle çevrili, yarısına kadar narenciye dikili bir bahçe var. Sahibi Almanya’da yaşıyormuş. Yeni ev sahibimizin oğlu ve ailesi de hemen o bahçenin yanındaki evde yaşıyorlar, narenciye bahçesini de bugüne kadar onlar suluyormuş. Biz bahçedeki ağaçları da sulamayı üstlensek acaba o bahçeye bitkilerimizin devamını yerleştirebilir miyiz? Tamam diyorlar sorumluluk alıp ve bunun üzerine aradaki telin bir kısmını keserek o bahçeye geçişi sağlıyoruz. Tel boyunca hanımelleri, acem boruları, kekikler, saksılarda çıkmış hayıtlar, tenekelerin içinde kendiliğinden bitmiş yerli başka bir sürü bitki ile yan bahçeye de yayılmış oluyoruz.
1999’un Mart ayında taşınmıştık. Yaz geldiğinde beton evde, hele ki çatısı da beton olanında yatılmaz oluyor geceleri. Evin yanından merdivenle yukarı çıkılıyor. Gecenin ikisine, üçüne kadar evin soğumasını beklerken taşıyoruz kilimleri, sünger yatakları yukarıya, uzanıp yıldızları seyrediyoruz. Arkadaşlarımızla çaylar içip sohbetler ediyoruz.
11 Ağustos’ta tam güneş tutulması olmuş, Bilim Teknik dergisinin verdiği gözlüklerle tutulmayı seyretmişiz. Havalar sıradışı sıcaklıkta. Hatta o kadar ki, tutulmayı seyretmek için gece yarısı uçağıyla İstanbul’dan gelen arkadaşımız Antalya havaalanına indiğinde ve uçağın kapısı açıldığında ağzından içeri sıcak hava girmiş, şaşırmış bu nasıl bir şey diye. Yine böyle gecelerden birinde, çatıdayız. 11 Eylül’de tepe noktasında olan Perseid göktaşı yağmuru sonrası hâlâ kayan yıldızlar var, onları seyrediyoruz. Gökyüzü pırıl pırıl, yıldızlar dokunsan yakalanacak gibi. Gecenin üçü olmuş, hava hâlâ sıcak, bir türlü ev serinlemiyor, nefes alamıyoruz. Birden elektrikler kesiliyor, uzayda yolculuk yapıyoruz sanki, yıldızların arasında yüzüyoruz, gökyüzüne pırlantalar saçılmış gibi, kayan yıldızlar arkalarında uzuun bir çizgi bırakıyor. Seviniyorum, gökyüzü Çıralı’daki ilk günlerimizdeki gibi oldu: Tamamen karanlık ve yıldız ışıklı!
Sohbet devam ediyor, o arada gözlerimi kapıyorum, dalmış olsam gerek…Ninni gibi seslerin eşlik etmiş olduğu uykumdan bir nida ile uyanıyorum: “Şuraya baaak!!!” Gözümü açtığımda gördüğüm, gökyüzünden aşağı doğru inen güçlü bir ışık huzmesi! Bir meteor! Herkes hiiiiii haaaaa diye bağırırken ağzım açık, gözlerim ko-ca-maaan açık, bir anda ışık -havai fişek patlaması gibi- her yöne uçuşmaya başlıyor. Rengârenk bir kızıl top gibi. Hey gidi atmosferimiz, nasıl koruyorsun bizi koruyucu kalkanınla. Ya o ışık topu tek parça halinde gelip evin hemen önündeki koca tarlanın ortasına düşseydi? Patlayan meteor parçaları suya düşüyor herhalde.
Işıkların olmayışı ne iyi oldu, yoksa böyle bir şöleni nasıl izleyebilirdik? Bir süre sonra elektrikler kesik bir halde yatmaya gidiyoruz.
Sabah arkadaşlarımızdan birinin cep telefonu ziliyle erkenden uyanıyoruz. Annesi telefonda “biz iyiyiz, merak etmeyin” demez mi? Neyi merak edeceğimizi bilemezken bomba cümle geliyor: “İstanbul’da çok ağır bir deprem oldu!”
Radyoyu açmaya koşuyorum, elektrikler hâlâ kesik. Başucumdaki pilli radyoya koşuyorum, bir açıyorum ki binlerce ölüden, yaralıdan söz ediliyor! Gerçekten deprem olmuş, hem de çok güçlü bir deprem!
Elektrik kesildi diye sevindiğim anlarda binlerce can, yaşadığı kutucuklarda sıkışıp ölmüş, nefesimizi tuttuğumuz anlarda binlerce canın nefesi kesilmiş yaşadığım bu ülkenin kuzeylerinde bir yerlerde.
Meğer biz 16 Ağustos’u 17’sine bağlayan gecedeymişiz.
***
17 Ağustos 1999’da yaşanan acıları hatırladım da yazarken, ben bu yazıyı nasıl bağlarım artık bilemedim… Rhamta’nın Tiranların Son Valsi kitabında depremlerle ilgili söyledikleri aklıma geliyor, Rhamta’ya bağlıyim bari… Fay hatlarına dünyanın fermuarları diyordu, onlar yırtılacakmış. Dünya kendini iyileştirmek için yapacakmış bu depremleri.
Nette bununla ilgili araştırırken kitapla ilgili göz attığım bir yazının son paragrafında şöyle yazıyordu:
“Şimdi insanoğlu herkesi etkileyecek kaderini tayin etmededir, kolektif tutum ve davranışlarla. Bu gün ne hissederseniz, neyi kabul ederseniz o gerçekleşmek zorundadır. Yasa budur!..En önemli konunuzsa hayatta kalabilmektir. Gelecek günlerde sizin için yolunuzu seçmek ve doğayla uyum içinde ilerlemek çok önemlidir. Böylece olacak şeylerden sağ salim kurtulabilirsiniz. . Gelecek olanlardan kurtulacak olanlar bilgilerle donatılmış olanlar ve onları tam bir teslimiyetle hayatlarına geçirmiş olanlardır…”
***
İnanıyorum ki insanlık artık yeniden doğum sürecinde ve daha güzel bir dünyayı doğurmamıza az kaldı. Günlük hay huydan kurtulup biraz yükseğe çıktığımızda, o güzelim yerküremizde olan bitene uzaktan baktığımızda o manzaranın neresinde durduğumuzu ve ne kadar değerli olduğumuzu daha iyi anlıyoruz sanırım.
YORUMLAR