Taşrada İstanbul plakası…
Alışveriş konusu bizi biraz zorluyor. Benim pansiyonda kalmam gerektiği için de Selahattin tek başına gidiyor alışverişe. Yaz gelince kamyonetlerle yayladan ürünler getiriyorlarsa da, çok miktarda almak zorunda olduğumuzdan yine de yetişmiyor; gidiş geliş 60km yol yapmak zorunda kalıyor. Çıralı’da da sebze yetişiyor ama açık alanda değil seralarda, o da kışın. Bizse sera ürünü tüketmiyoruz. Selahattin’e de sık sık Kumluca yolları görünüyor bu durumda.
İkinci yazımız da bitip kış geldiğinde, iki yılda ne kadar biriktirmiş olduğumuza bakınca, Selahattin bu parayla ikinci el bir araç alabileceğimizi söylüyor… Nnnayırrr, nnnolamazzzz, çok lüks bişey araba…Bizim hiç arabamız olmadı ki! (Annemleri kastediyorum)... Ama lüks bir şey değil ki araba, ihtiyacımız var buna… Selahattin beni ikna etmek için ne diller döküyor, nasıl yorulduğunu anlatıyor, belinin tutulup da sağlık ocağına gidip kas gevşeticilerle ağrısını nasıl zor dindirdiğimizi hatırlatıyor. I ıhhh, olmaz, para biriktirmemiz lazım!... E ama nasıl yer arayacağız arabasız? Hani hayal kurmuştuk, yaylalarda yer bakacaktık?
Hmmm, adam haklı. Nasıl gezeceğiz dağlarda tepelerde?
İnsanın yaşaması için ideal yükseklik 800 metre civarında diye izlemiştik İstanbul’dayken bir belgeselde, zaten azalan ısı ve nem ile birlikte bitkiler de daha az hasta olurlarmış. Çıralı’da hem yaz hem de kış rutubete maruz kalınca ikna olduk ve kararımızı verdik. Yükseklerde yaşamak istiyoruz biz, bu fikrimizi konuklarımıza da anlatıyoruz zaman zaman. “Haklısınız, sular yükselecek zaten, kâhin Edgar Cayce de öyle demişti, iyi bir şey yaparsınız,” diyor bir Amerikalı.
Bir rehber arkadaşımız da bizi onaylıyor: “Sahilde nem yüzünden araba da çabuk paslanır, silah da; bu yüzden sahilde yaşayanın arabası tercih edilmez alınıp satılırken. Zaten sahilde erkekler de erken ölür, şahit göstermek için 65 yaş üstü erkek ararsın, bulamazsın öyle kolay kolay.” Boşuna dememişler demek ki “duvarı nem, insanı gam çürütür” diye.
Hatırlasana Ayşe, sadece yaşamak için de istemiyoruz biz bu yeri, ekip biçmek, kendi kendimize mümkün olduğunca yetmek istiyoruz… Adam haklı, yer aramaya başlamamız gerek. 5 yıllık anlaşma yapmıştık, neredeyse iki yılı geçti bile… Peki ama elimizdeki parayı şimdi bir araba almaya harcarsak, sonra kazandıklarımız bir yer alıp bir şeyler yapmaya yetecek mi?
Çıralı’daki ilk sezonumuz bittiğinde, bir hayal kendini bize sevdirmeye başlamıştı yavaştan. Çalıştığımız yerin alanı 700m2 civarında, istiyoruz ki bu işin aynısını daha büyük bir bahçede yapalım. Yine konuklarımız olsun, ekip dikmeye yardım etsinler isterlerse, çapalasınlar, sulasınlar. Meyveler, sebzeler olgunlaşınca da kendi elleriyle toplasınlar, topladıklarımızı pişirelim, yiyelim hep birlikte. Sonra her şey doğal olsun, suni gübre, böcek ve ot ilacı kullanılmasın. Taşı da olsun, kayası da. Sağımıza solumuza kimse gelemesin. Ses, gürültü olmasın. Doğanın içinde börtü böceğiyle dokunulmamış bir yer olsun. Telefonu, elektriği, suyu olmasa da olur, biz getiririz, yeter ki arazide ya da yakınında su bulunsun. Yol bize gelsin, iki yanı ağaçlıklı olsun, hele ki teras teras olursa harika olur.
İyi güzel de nasıl bulacağız biz bu yeri?
Tamam! Alalım o zaman bi araba… İkna oluyorum sonunda.
Nereden alacağız peki?… İstanbul’dan!...Selahattin’in biz tanışmadan önce rahmetli olmuş babasının bir ustası varmış, bir araç almadan önce ona gösterirmiş. Biz de beğendiğimiz aracı önce ona gösterecekmişiz. İstanbul yolları taştan, sen çıkardın Selahattin beni baştan, ahhh!
1995 yılının Ocak ayı boyunca araba arıyoruz. Beyaz olsun, rönobahar modeli olsun, az kilometre yapmış olsun. Yok, yok, yok! Bulduklarımızı da ustaya beğendiremiyoruz. Hepsine bir kusur buluyor. Ben daralıyorum, yeter artık kırmızı olsun ne var, alalım işte!...Hiç olur mu, simit mi alıyoruz, onun bile gevrek olanını istiyoruz, hem bir kere alacağız. Hele ki kırmızı araba hayatta almam!...İlla ki beyaz!
Adam yine haklı çıkıyor, biz o bir ayın sonunda beyaz bir rönogenişyol araba buluyoruz kardeşimin sınıf arkadaşının eşinin araba galerisinde. Ohhh çok şükür ustamız da beğeniyor. Fakat 92 model araca paramız yetişmiyor, 220 bin liranın 200’ü var bizde. Tühhhh, naaapıcaz şimdi???
Üniversiteden arkadaşlarım o sırada Beyoğlu’nda bir kafe açıyorlar. Tadilat, dekorasyon işleri devam ediyor biz oradayken. Bizim araba durumlarını da bildiklerinden, yardım olsun diye bana iş teklifinde bulunuyorlar sağolsunlar. Birkaç ay çalışıp aracın geri kalan parası için yapacağımız senetleri ödeyebiliriz böylece. Kabul ediyorum ve eşyalarımı toplayıp gelmek üzere 34 plakalı aracımızla İstanbul’dan Antalya’ya doğru yol alırken, hayatımda ilk defa, sahip olma duygusunun ne tuhaf bir şey olduğunu fark ediyorum.
Nasıl yani??? Bu araba “bizim” mi şimdi?
YORUMLAR