İstanbul’daki son günler…1.
Aaah ah şu bizim yuvarlak masanın dili olsa da anlatsa. Ne sohbetler döndü etrafında, ne hayaller kuruldu. Gidecektik arkadaşlarla bir sahil kasabasına, kızlar kek pasta yapıp satacaktı, oğlanlar balığa çıkacaktı. Dönüşlerinde masa başında toplaşıp keyifle yiyecektik yemeklerimizi, hayatı paylaşacaktık.
Bıkmıştık işyerlerinde, daralıyorduk, saatlerce sürüyordu işe gitmek…
Sabah kalkınca alelacele ağzıma bir parça ekmek arası peynir tıkıştırıp koştura koştura servise, onu da kaçırırsam haydi bakalım dolmuşla taa karşı tarafa. Yol en az iki saat sürüyor; yağmurun damlası hele de kar düşmeye görsün, o zaman yandık.
Zaten akşam arkadaşlar gelmiş, geç yatmışım. Sabah hayalet gibi kalkınca tabii serviste bir güzel uyunuyor. İş çıkışı da yine aynı, uyuklaya uyuklaya eve geliyorum; yemek, bulaşık derken, ya belgesel seyrediyoruz ya da yine arkadaşlarla sohbetler, muhabbetler...
İş deseniz ayrı bir alem…
Patron bize sorma gereği duymadan Almanya’ya “kartelalar perşembeye yetişir” dediği için mesaiye kalınacakmış. Kumaşlar kesilip yapıştırılacak, koleksiyon hangi renklerde olacaksa kartelada onlar görünecek.
Asiyim ya ben, “kalamam” diyorum hemen…
Arkadaşlarla sözleşmişiz, yemeğe gelecekler, sonra da slayt seyredeceğiz hep birlikte; sevdiğimiz bir müzisyenin yeni albümü çıkmış, onu dinleyeceğiz. Plan büyük yani…
İş arkadaşlarım kızıyor bana, “senin yüzünden biz eve geç gidiyoruz” diyorlar. Bende cevap hazır: “Siz de kalmayın!” Kızıştırıyorum onları, “benim babam mesaiye kalırdı ama saat başına çift maaş hesabıyla verirlerdi parasını, hani, siz mesaiye kalınca artı bir para alıyor musunuz peki, niye kalıcakmışsınız?” …
Pek bir işe yaramıyor benim yüreklendirmem; kalıyorlar yine geç saatlere kadar…
İsyan ediyorum bu hale, hadi ben idare bölümündeyim, ya atölyedekiler? Zavallılar…
Ne gece, ne hafta sonu, ne bayram ne de yılbaşı dinlemiyor baştakiler; hep çalıştırıyorlar, hep çalıştırıyorlar. “Neden kalıyorsunuz, itiraz etmiyorsunuz” diye sorduğum zaman, başka çareleri olmadığını, patronlar onları işten atarsa iş bulamamaktan korktuklarını söylüyorlar çaresizce. Ooooof offff, hele bir de haklı olduğu halde patrondan fırça yiyen Tahir Usta’nın bükük boynu içimi acıtıyor, boğazıma düğümler atılıyor. Bağırmak geliyor içimden patrona, utansın istiyorum babası yaşındaki bir insanı çocuk azarlar gibi azarladığı için, ama ne gezer…
Eve gelince ağlıyorum ben de, Selahattin’e anlatıyorum biiir bir…
Sonuç: Herkesin maaşına zam, bana “az” zam...
Olsun, benim özel hayatım o zamdan daha değerli zaten.
Yok, yok bana göre değil bu iş hayatı. Artık iyice ikna oluyorum.
Hafta sonları gelince alıyor bizi bir heyecan. Şurada resim sergisi var; koş oraya…
Burada pet şişe protestosu; tabii hay hay, konser de varmış, eller havada zıp zıplarız avazımız çıktığı kadar: “Hava bedava su pet şişelerde!” Çam ağaçları kesilmesin yılbaşlarında; tabii, yürüyüş yaparız. Gemiler çarpıştı, 21 bin koyun boğazın sularına gömüldü; onu da protesto ederiz evelallah.
Bir pazar sabahı arkadaşımızın telefonuyla uyanıyoruz: “ Koşun! Bizim zambak çiçek açtı!” Haydi, bakalım dooooğru arkadaşımızın bahçesine, yakın çekim zambak modelimiz oluyor dakikalarca.
Şehir üstümüze geldikçe, bizi daralttıkça, bulduğumuz bu küçük kaçışlar da yetmiyor bir zaman sonra…
Yine bir akşam, arkadaşlarla yuvarlak masanın başında toplanmışken, uzunca bir sohbetten sonra kararımızı açıklıyoruz: “İstanbul’dan gidiyoruz biz!”
Bu kararda, minibüste Selahattin’in omzuna vurarak “şunu versene” diye parayı şoföre iletmeye çalışan şahsın da parmağı var tabii. Nasıl bir iyilik yaptığını asla bilemeyecek!
YORUMLAR