“Şimdiki gençler de evliliği ne sanıyorsa”
Ne zamandır yerli dizi seyretmiyordum, hafta sonu Kızılcık Şerbeti’ne başladım. Dizideki Fatih ile yerli dizilerdeki maço, güçlü, maskulen ve çok aşık sevgili/koca profilini bir kez daha anımsadım. Bu profil kadınlarda hala çalışıyor mu? Bu dizi ile küçük çaplı aydınlanma başladı mı? Başka bir evlilik, başka bir romantizm mümkün mü? Hakkında konuşmak istediğim şeyler var.
Geçenlerde sebuka’nın Instagram hesabında sahur - iftar hazırlıklarının sadece kadınlara kalması ve hatta erkeklerin Ramazan’da ekstra “nazlı” olması üzerinden spontane bir dertleşme başladı. Ardından kimileri “vallahi de benim babam/kocam öyle değil” deyince bu kez bir tur da bu iyi örnekleri çoğalttık. Tüm bunlar ışığında bir de hafta sonuma Fatih prototipi eklenince; ilişkiler, gerçek aşklar ve evliliğin iç yüzü hakkında biraz konuşmak isterim.
Fatih gibilerin yapay bir romantizmi vardır ki zaten genelde çok zengin olurlar. Aslında bu aşırı zenginlik ile bu gerçek dışılığın da bir zemini oluşur. Masal kahramanı gibi bir profille karşı karşıya olduğumuzu biliriz. Yalılarda yaşamalar, hizmetçiler, mumlar, güller, pahalı hediyeler, kapılarda lüks arabalarla beklemeler. Ama yerli dizilerin makul erkek profili için bütün bu lüks, şatafat ve yapay şovlar yeterli değildir. Seymen Ağa’dan bu yana hayatımızdaki maço ve aşırı aşık erkek modelinin başka “gerekliliklerini” de görürüz.
Bu model bir kere aşkından dağları deler. Sevdiği için canını verir. Gerektiğinde kazanamayacağını bildiği kavgalara dahi karışır, dayağını yer. Misal, Doğa’nın annesini silahlı bir saldırgan rehin aldığında Fatih hemen Doğa’nın önünde kendi bedenini siper eder. Ölümü pahyasına sever karıcığını. Hep karıcım/hayatım der mesela. Gel gelelim bu dizide diğerlerinden farklı olduğunu gördüğüm (umarım da böyle devam eder) bir nokta var. Esas kız bunları çok da yemez, en azından bir vadede fark eder.
Bütün bu sevgi şovlarının ortasında başka başka ifadelerle der ki Doğa “ben de seni çok seviyorum, beni çok sevdiğini de anladım, tamam. Ama bunun için canını vermene filan gerek yok. İlişkimizin hatrı için ailenin boyundurluğu altından çıksan yeter.” Fatih “yapamam” der. Mümkün değildir. Geniş ailenin geleneklerine sahip çıkma pahasına canını vereceğin çekirdek ailenin ihtiyaçlarını görmezden geliyorsan, tam olarak kimin canını vermekten söz ediyoruz bu fedakar sevgi yolunda?
Seymen ağadan bu yana bu profil böyle. Karısına çok aşıktır ama geleneklerine de bir o kadar bağlıdır. Bakın en başta bu bir tezat. Çünkü bir erkeğin karısına çok aşık olması zaten başlı başına gelenekselliğe aykırı. Bu karakterler karizmasını da aslında tam da bu geleneklere bağlılıklarıdan alır. Öyle ipsiz sapsız ne yaptığını bilmeyen adamlar değildir bunlar, aile babasıdır. Bunun da bir bedeli vardır. Tamam severler, aşıklardır bu kadınlara ama ana babalarının sözlerinden çıkacak kadar da değil. Evliliklerinin ihtiyaçlarını filan düşünemezler. Çünkü düşünürlerse hanım köylü olurlar. Aşkından canını vermekle geleneklere bağlı olmak aynı anda mümkün olmaz derken kastettiğim tam da bu.
Aşkın bize anlatıldığı gibi olmadığını, bize tutkulu ilişki diye öğretilen pratiklerin aslında birer manipülasyon ve hatta şiddet olduğunu TED konuşmamda uzun uzun anlatmıştım. Peki evlilik dediğimiz, gerçek aşk dediğimiz şeyler ne madem?
İşte tam bu anda kartları yeniden dağıtmak gerekiyor. Evlilik dediğimiz kurum daha düne kadar zaten çiftlerin dahili olan bir kurum değil. Kaçımızın anneannesi, dedesi (ve hatta anne - babası) aşık olup evlendi? Zaten endogami dediğimiz, aynı grup içinden kimselerin grup içi bağlarını güçlendirmek ve sürekli kılmak, temelde grubun kapalılığını sürdürmeyi hedefleyen bir müessese. Üremeye dayalı. (Ki bu üremeye dayalı yaklaşım bugün yürürlükteki Türk Medeni Kanunu’nda da geçerlidir ki o başka bir yazının konusu olsun). Çiftlerin iradesine değil aile büyüklerinin kararlarına bağlı bir mekanizma.
Ataerkil toplum yapısında bu bakış açısı dahilinde evlilik erkeğin konforuna dayalı bir kadın sömürü alanıdır. Ahlak ve namus kavramları sadece kadına işletildiği gibi; ev içi emeği sömürülen ve evlilik vesilesiyle kamusal alanın dışına itilen de kadındır. Tam da bu yüzden bugün feminist aydınlanma ve kadın hareketi vesilesiyle rahatı kaçan adamlar bu harekete düşman olur ve boşanmalar arttı da, ailemizin temeli sarsılıyor da söylemlerini üretip kadını zapturapt altına almanın yoluna bakarlar.
Evlilik aslında temelde bir ev arkadaşlığı. Her ev arkadaşından bekleneceği üzere ev içi emeğin zaten adil paylaştırılması gerekir. Bunun için aynı evi paylaştığınız sağlıklı ve yetişkin kişinin; kocanız, kardeşiniz, ana - babanız, hatta çocuğunuz olmasının bile temelde pek bir farkı yok. Eşit ilişkide ev içi emek adil şekilde paylaştırılır. Aksi sömürüye girer. İşin içine romantik ilişki girdiğinde ise durum net: Eşitlik yoksa aşk da yok.
Peki partnerlerimiz dedelerimizin/babalarımızın aksine ev içi emeği paylaşıyorlarsa bununla yetinmeli ve bunu bir aşk performansı olarak mı görmeliyiz? Bence hayır. Benim durduğum yerden akşam evde pişecek yemeğe dahil olmak zaten ev arkadaşlığının bir gereği. Ama eve “sen seversin diye ıspanak aldım” diyerek gelmek romantik ilişkideki sevgi performansı. Standart ev arkadaşlığında herkesin odasına çekilmesi olağanken, romantik ilişkilerdeki beklenti sohbet ve paylaşım. İlişkinin romantik olması kocaların sürpriz hediyelerle gelmesi ile sınırlı değil, kaldı ki hediyeyi her zaman kocadan beklemek de zaten cinsiyetçi.
Laf lafı açarken bir türlü sonlandıramadığım bu yazıda konuşmaya değer ne çok ayrıntı olduğunu görüyorum. Daha çok konuşmak lazım. Unutmayalım ki üremeyi kurumsallaştıran beşerin kendisi. Kurallarını da pekala kendimiz koyabiliriz.
YORUMLAR