Sınırları eritmeden dayanışma kurmak

Bir arkadaşınız sizden sürekli bir şeyler rica ediyor ama her seferinde içten içe geriliyorsunuz. Aileniz kararlarınıza karışıyor ama karşı çıkmak istemiyorsunuz. Kalbini kırmayayım, üzmeyeyim diyorsunuz. İçinize atıyorsunuz. Kelimenin tam manasıyla dişinizi sıkıyorsunuz. Tanıdık geldi mi?


Bunların her biri birer sınır ihlali. Çoğumuz bu ihlalleri fark ettiğimizde dahi susmayı tercih ediyoruz çünkü hayır demenin kabalıkla, sınır koymanın bencillikle eş tutulduğu bir kültürün içindeyiz. Oysa kişisel sınırlarımız, kim olduğumuzu, neye razı gelip neye gelmeyeceğimizi tanımlayan görünmez çizgilerdir. Ne tesadüftür ki bu sınırları ihlal edilen yine çoğunlukla kadınlar olur. Bu çizgileri korumak, sadece kendimize değil çevremize karşı da bir sorumluluk aslında.


Sınır koymak, bağırmak, küsüp gitmek, duvar örmek değildir. Sınır koymak kendinden başka kimseyi düşünmemek, sadece kendi esenliğini önceliklendirmek de değildir. Yine sınırlarını koruyan insanlardan genellikle kadınlara bencilleştikleri imasında bulunulur. Kadının kendi ihtiyaçlarını gözetmesinin bencillik kabul edildiği bir atmosferde sınır koymak da bir özbakımdır.


Sınır koymanın nasıl uygulandığına dair rol modellerimiz pek olmadığından anlamakta da güçlük çekiyoruz çoğu zaman. O sebeple cümlelere dökmek iyi gelebilir. Sınırlar aslında net ve samimi iletişim kurmaktır. “Bu konuyu konuşmak istemiyorum.” demekle de vücut bulabilir. “Benim kararlarım beni ilgilendirir, sonuçlarından da ben sorumluyum” demekle de. Her ikisinde bir set çekme barındırır fakat bencillik içerdiğinden söz edilemez. “Bu akşam yalnız kalmaya ihtiyacım var.” demek pekala bir farkındalıktır. Tüm bunlar, karşı tarafı suçlamak, yalnız bırakmak, önemsememek değil, kendini ifade etmektir. Terazimizin her zaman karşı tarafın lehine işlediği senaryolarda da kendimize haksızlık ediyoruz demektir.


Sınırlarını netleştiremeyen insanlar genellikle içten içe kırılır, birikir, sonunda patlar ya da sessizce uzaklaşır. Birçok durumda da hasta olur. Kendini hasta etmiş olur. Bu da güvenli ve samimi ilişkiler yerine kırgınlıkların ve hastalıkların çoğalmasına neden olur. İnsanlık yalnız kaldığında hayatta kalamayacak şekilde evrimleşmiş. O yüzdendir ki topluluktan dışlanmaya dair psiko-biyolojik bir korku taşıyoruz. O yüzden de çemberimizi küstürmemek için gerektiğinde kendimizi “feda etmeyi” seçiyoruz. Gel gelelim kimi insanlar sınırları ihlal etmek ve kendi menfaatlerini korumak üzere saldırganlaşmış haldeler ve bu kişilerden kendimizi korumak da kendimize karşı olan sorumluluğumuz. Bunu sık sık hatırlamakta fayda var.


Bu çerçevede toplumsal cinsiyet rollerinin ayrı bir konumlanması da var elbette. Kadınlar, toplumsal olarak “idare eden”, “sessiz kalan”, “fedakâr” olması beklenen bireyler olarak yetiştiriliyor. Bu rol kadınları sürekli başkalarının ihtiyaçlarını kendi önüne koymaya zorluyor. Kendi ihtiyaçlarını yok saymak pahasına “verici” olması normalleştirildiğinden, bugün popüler psikolojide “kendini sev”, “kendine değer ver” gibi içi tam doldurulmamış akımlar çok rağbet görüyor. Oysa altını doldurmadığınızda bitki çayı içip yüz maskesi yapmayı özbakım sanıyoruz. Oysa gitmek istemediğimiz o davete gitmemek, yapmak istemediğimiz o konuşmayı yapmamak, vermek istemediğimiz o bakımı vermemek bazen daha derinlikli bir özbakımdır.


Sınırlarımızı koruyamadığımızda, içimizden gelmediği halde bir anlamda kendimizi zorlayarak kimi tutumlar sergilediğimizde farkında olmadan da olsa karşımızdaki kişiyi borçlandırırız. Bu da her halükarda o ilişkiye zarar verir. Sınırları eritmeden dayanışma kurmak mümkün. Kendimizin farkında olarak, kendimizi de en az karşımızdakini gözettiğimiz kadar gözeterek.


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.