Erkan Can, bu sezon ‘Alevli Günler’, ‘Bezirgan’ ve ‘Barut Fıçısı’ adlı üç oyunda oynuyor. Aynı zamanda ‘Dudullu Postası’ ve ‘Müslüm’ filmlerinde de yer aldı. Genç senaristlere verdiği desteği bilmeyen yok. Hatta yakında genç bir sinemacının kısa filmine başlayacak. Kısacası durmak nedir bilmiyor. Oysa arabasının arkası kamp malzemeleriyle dolu. Çünkü o tam bir doğa âşığı, öte yandan eski bir izci. Ama zamansızlıktan ötürü istediği yeşilliğe, doğaya, ormana kaçamıyor. Sabaha karşı ormanda bir bülbül sesi dinlemek ona göre dünyaya bedel. Günün birinde doğanın içinde bir kulübe hayali var. Hayallere dalınca, sohbet ormana, izcilik günlerine, çocukluğunun geçtiği Bursa’ya uzanıyor.
Aynı anda çok oyun oynamak kafanızı karıştırmıyor mu?
Yok sadece “Bugün hangi oyun var?” diyorum, unutuyorum çünkü.
‘Dudullu Postası’ ve ‘Müslüm’de de yer aldınız. Onun hayatına dokunmuş olan Limoncu Ali’yi canlandırıyorsunuz...
Evet. Limoncu Ali, o dönemin halk evlerinde müzik hocası. Adana’nın ve o yörenin... Ferdi Tayfur ve başka sanatçıların da hocası olmuş. Müslüm Gürses’in temeli halkevleri... Yaşadığı dönemde bunu çok dillendirmemiş ama çok sağlam bir geçmişi var. Ney, bağlama, ud çalabilen bir sanatçı. Film, Müslüm Gürses’in belgeseli gibi. Kurmaca yerler de var. Enteresan bir hayat, gerçekten bir roman. İşin sihri kaçmasın diye söyleyemiyorum ama izleyince herkes anlayacak. Müslüm Gürses sadece arabesk söylemedi. Son dönemde senfonilerle bir sürü müzik denemeleri yaptı ve hepsine imzasını attı. Ben de Limoncu Ali’yi o yüzden kabul ettim.
‘Türk sinemasının bir tarzı yok’
Meslekte 44. yılınız ve hâlâ kulise en erken gelen oyuncusunuz...
Tabii tabii... O gün tiyatro varsa o gün başka hiçbir şey düşünmem. Burası ikinci evim. Kulis evin salonudur. Herkesin odası var, makyajını yapar, kostümünü giyer. Herkes konuşur, ben lafa karışırım. Kulisin bu hali çok hoşuma gidiyor. Oyuna 5 dakika kala gelip giyinmek bana göre değil. Hiçbir tiyatrocu keyfi olarak geç gelmez. Geç geldiğinde de huzursuz olur. Trafik kilitlenecek diye erken çıkarız. Bu da bir kuraldır zaten. Devlet ve Şehir Tiyatroları’nda bir saat önceden tiyatroda olmalısın. Saat geçerse sahne amiri rapor tutar, ceza alırsın. Öncesinde mutlaka sahneye çıkıp nereden girip çıkacağımıza bakarım. Sonra oyunu düşünür adrenalin toplarsın. Moralin bozuksa erken gelerek o derdini unutur bu kanala girersin. Karşıda bir kafemiz var, orada çay içeriz. Dönüşte mamulleri güzel olan bir pastane var, oradan bir şeyler alırız. 44 yıldır böyle, zaman çok hızlı akıyor.
Bugünün işlerine baktığınızda tiyatro ve sinemada ortaya çıkan işler, seyircinin beğenileri ne yöne gitti?
Tiyatro gittikçe ivme kazanıyor, bu iyi bir şey. Ama sinemada iyi senaryo ara sıra çıkıyor. Komedi filmleri furyası geliyor. Sinema hâlâ tarzını arıyor. Türk sinemasının bir tarzı yok.
Sinema biraz da isteğe göre şekilleniyor...
Evet. Mafya ve tarihi diziler para ediyorsa o tarafa gidiliyor. Bu sektörel ve teknik olarak bir sürü şeyin antrenmanı. Güzel senaryolar var ama onları pek görmüyoruz. Çünkü yurtdışında festivallerde gösteriliyor. Kısa filmler var. Kafası çalışan gençler var, onlara güveniyoruz. Güzel sinemacılar gelecek. Tabii gönül ister ki bir kareyi gördüğünde “Aa bu Türk sineması” diyebilelim. Bir İran ya da Fransız filmi izlediğinde ayırt edebiliyorsun, hepsinin tarzı var. Bizim henüz yok. Ara sıra sanatsal filmler çıkıyor ama bu kadar az olmamalı.
Gençleri destekliyorsunuz birçok genç sinemacının ilk filminde yer aldınız.
Geri çevirmemeye, vaktim oldukça yardımcı olmaya çalışıyorum. Gençlerin kısa filmi, ilk filmi, okul bitirme tezlerinde yer aldım. Onların da ilk adımı atması, cesaret etmesi gerekiyor. İlk filmini çeken bir sürü arkadaş şimdi bir sürü güzel film yapıyor, en azından senaryo düşünüyorlar, hayatları bu.
Hayatın içindesiniz, insanlarla sohbet etmeyi seviyorsunuz. Bir tutkunuzun da atlar ve arabalar...
Şimdi de tamirhaneden geliyorum. Arabam ve ben... Araba benim yazıhane gibi. Otururum bütün telefonlar, işler aklıma gelir. Arabada çözerim her şeyi, müziği arabada dinlerim.
Bagajınızda neler var?
Uyku tulumu, şişme yatak, çekme halatı, botlarım. Çadırımı koyacağım. Buzdolabı da koyacağım. Masam, sandalyem var.
Ara sıra bir yerlere kaçıyorsunuz o halde...
Henüz kaçamadım. Ama her şey hazır.
Doğanın içine kaçtın mı, çadırı da kurdun mu, tam keyif...
1974’ten beri izciyim, Bursa Uludağ izcilerinden... Kılavuz izciyim, oymakbaşıyım. Yani bir ekibi küçüklükten ergin izciye kadar yetiştiriyorum ama vakit yok artık. Eski izci arkadaşlarım her cuma Uludağ’a gidip çadır kurar, kafa kampı yaparlar. İzmir izcilerine bağlıyım. Engelli izcilerle çalışan bir arkadaşım var Esin. Dünyada bu işi yapan engellilerle çalışan tek arkadaşımız. Onlar beni kamplarına çağırıyor, 2-3 gün vakit geçiriyoruz. Adapazarı’nda Trakya İzciler Birliği Federasyonu’nu kurduk. Bundan sonra kamplarına katılacağız. Hayatım hep çadırda, kampta, dağda yürümekle geçti. Mesela Uludağ’ı avucumun içi gibi bilirim. Benim kamp alanım orası, mahallem zaten tam ‘Bakacak Kayası’nın dibi. Oradan oteller bölgesine 8-10 saatte çıkarsın.
Peki ya atlar?
Atları severim. Bursa Atlı Spor Kulübü’nün manejini ellerimizle yaptık. Orada at bindim. Zaten köy çocuğuyum. Babam öğretmen. Bursa’nın köylerinde büyüdüm. Annem Yenişehir’in Gülümbe Köyü’nden babam ise Bayır Köyü’nden. Hayatım köyde geçti. Benim kadar eşekten düşen adam yoktur. Koyun güttük, keçi güttük, inekler... Çok hayvan vardı o zaman. Şimdi git bir tane inek yok.
Köy günleriniz nasıldı?
Şekerpancarı yaptığımızda haftalarca pekmezler kaynardı. Gündöktü -biz aydın deriz- ekerdik, bolluk vardı. Şimdi her şeyi bakkaldan alıyorsun. O zaman bakkaldan sadece gazyağı, şeker ve tuz alınırdı. Ben konservatuvarı kazandığımda paramız yoktu ama yiyeceğimiz vardı. Anam tarhana, bulgur, salça, turşu her şeyi alır gelirdi. Zaten karnın doydu mu başka bir şeye ihtiyacın yok ki. Şimdi o işler yok. Mesela tarhana çorbası dünyanın en sağlıklı çorbasıdır, iyi bakteridir çünkü.
Akrabalar var mı orada?
Hepsi orada, dayılarım köylerde. Ben de giderim, hep köylerden geçerim Bursa’ya giderken.
İnsan çocukluğunun geçtiği semtleri çok arıyor değil mi?
Muazzam bir çocukluk yaşadık. Dağda, bayırda, köpeklerle büyüdük. Kışın 3 ay kızak kaydık. Üç ay Bursa’dan kar kalkmazdı. İnsan 3 ay kızak kayar mı ya? Sabahları eve girer, bir de okula giderdik. Valla çocukluğumuzu arıyoruz, herkes arar zaten ama geçti...
İlerde köye yerleşeyim duygusu var mı?
Gitsem yerleşirim ama belki Adapazarı tarafında bir yer alırsam, demonte bir kulübe, o kadar. İstediğim zaman söker, başka yere taşırım.
Hayatı pratikleştirmek lazım gerçekten...
Tabii canım. Sırtımda çantam, arabanın bagajına çadırımı da koyduktan sonra kamp malzemelerimi, gaz ocağımdan tut her şeyimi çıkardığımda sıkıntı olmaz. Kocaman döküm ızgara tavayı koy, ateşin üstüne çorbanı yap. Bodrum’da evim var ama tatilde orada oturmuyorum. Arabaya bindiğimde Antalya, Kaş, Asos bütün dağlar tepeler... Asker arkadaşlarıma, köylere uğrarım. Bir yerde oturunca sıkılırım.
'Doğa sakinleştiricidir'
Doğaya ilginizin oyunculuğunuza nasıl bir etkisi var? Kendinizi huzursuz hissettiğinizde kendini doğaya bırakmak sizi nasıl besler?
Doğa her şeyi çözüyor. Doğa sakinleştirici gibidir. Ayağını toprağa basarsın, bir çiçek ekersin. Toprakla uğraşmak stresini alır. Sabaha karşı ormana atarsın kendini, bir bülbül sesi dinlersin, bitti işte. Ama İstanbul’a ne bahar geliyor, ne kış? Köye gittiğinde vakit kalıyor. İzciliğin birinci kuralı doğayı korumaktır. Doğaya müdahale etme, halleder o. Yara gibi, kabuk bağlar, iyileşir. Doğa kendini yaratır.
Doğa kendini yaratır, ne güzel söylediniz...
Şimdi bak bunları söylemek zorundayım, Karadeniz Ormanları’ndan tut Kaz Dağları, aşağıda Akdeniz, Giden Gelmez Dağları bir sürü ormanların çevrelerine termik santrallar, HES’ler yapılıyor. Bu nasıl bir akıldır? Oysa ki bizim sonsuz rüzgârımız ve güneş enerjimiz var. Kuzeydeki ülkelerde güneş yok. Asıl topraklarında güneş batmayan ülke biziz. Hep enerjimiz var. Su en önemli şey. Doğa iyi olursa bizim moralimiz de güzel olur.
Kar yağmadı bunun psikolojik olarak etkisi ne olacak sizce?
Sıkılıyorsun, darlanıyorsun işte. Nedenini bilmeden canın sıkılıyor. Doğa insanın moralini direkt etkiliyor. Bir tane dünya var, başka yok. Macahel’deki ormanlar yok olunca direkt burası etkilenecek, dünya etkilenecek. “Dünya üçüncü buzul çağına giriyor” diyorlar. Girerken bunlar oluyor işte, rüzgârlar, tsunamiler, fırtınalar, seller... Bunları iyi olsun diye anlatıyoruz, şikâyet gibi değil. Bence doğayı iyileştirirsek gerisi güzel olur. Fark etmeden birçok şey düzelir.
Şapkanızın üzerindeki amblemi merak ettim.
Bu izci gülü.
Bu şapkanız sizinle bütünleşti adeta.
Son yıllara kadar hiç şapka takmadım. Saçlarım gür, kıvırcıktı rüzgâr bile geçmezdi. Ama hep sinüzit ağrısı çektim. “Alnımızı kapatalım” dedim. Yazın kullanmam.
Röportaj: Ekin Türkantos
Fotoğraflar: Ece Oğultürk
YORUMLAR