Çok güzel bir kadın var karşımda. Bebek’teyiz. Kışın ortasında güneşli bir gün. Çay kahve içiyoruz. Yeni bir kitap yazdı kadın. O kitabı konuşmak için bir araya geldik. Kendini “Esra Baran” diye tanıtıyor; kitabının adı da “Renkli Rüyalar Oteli”. Kitabın adı hakiki, kadınınki değil… Kitaptaki duygular hakiki, yaşananlar öyle mi bilmiyoruz… Bildiğim bir şey var ki bu kadının yazacağı başka kitaplar olursa onları da merakla okuyacağım. Bence siz de bir göz atın… Önce röportaja sonra kitaba!
Renkli Rüyalar Oteli'nin nasıl bir dünyası var?
Ekstrem zıtlıklar dolu bir dünya. Kitap Bayrampaşa’dan, Nişantaşı’na uzanıyor. Lüks otellerde sıra dışı bir cinsellikle, Fındıkzade’de bir çeyiz serme günü bir araya geliyor. Anadolu’da küçük muhafazakâr bir kasabanın sesleri, İstanbul jet setine karışıyor. Kitap, ev kadınlarının salonlarından, lüks estetik klinikleri arasında mekik dokuyor. Bu sadece dış faktörler için böyle değil; insanların iç dünyaları için de böyle. İnsanlar hem çok güçlü hem çok kırılganlar, hem çok içtenler hem yalan söylüyorlar, son derece sıradan insanlar son derece olağandışı işlere girişiyorlar.
Kitabı bir cümlede özetlesen…
Yaşamak istemek utanılacak bir şey değildir.
Kitapta genel ahlak kavramına güçlü darbeler vuruluyor… Sence bu nasıl algılanacak?
Ahlak bir konsept. Her konsept uyduruk, her his gerçek. Uyduruk bir şeye çok büyük önem atfediliyor. Şu anda burada otururken bu anın içinde hissettiğimiz şeyler var sadece, başka bir şey yok. Ahlak gibi çok uzun zamandır ortada dolaşan konseptlerin üzerimizde çok büyük güçleri olmaya başlıyor. Ben kitapta gücü bir konseptten alıp gerçek sahibine vermek istedim: Hislere…
İki tane doğru var diyorsun; açıklar mısın?
Kağıt üzerinde doğru olanlar ve doğru olduğunu hissettiklerimiz var... Bence ne yapıldığının önemi yok, yaptığın şeyin nereden geldiği önemli. Çoğu zaman yetişkinlerde içinden gelmiyor yaptığı şey. O yüzden herkes çok kıstırılmış, evlenenler mutsuz, boşananlar da mutsuz. Biz içimizdeki pusulamızı kaybetmişiz; ne hissettiğimizi bilmiyoruz. Çocuklar hissediyorlar. Çocuklar biliyorlar ne hissettiklerini ve hislerine göre hareket ediyorlar. Ve çocuklardan çok rahatsız oluyoruz. Bizim ayarımızı bozuyorlar.
Torna diyorsun kitapta. Çocuk girilip yetişkin çıkılır tornadan diyorsun…
O tornadan girmeden önce ne hissettiklerini biliyorlar işte. Kar yağınca mutlu oluyorlar mesela; ve biz kollarından tutup çekiştiriyoruz. “Hadi! Geç kaldık” diye. Böylece tornanın ucundan başka biri olarak çıkıyorlar ve onlar da kendi çocuklarını çekiştiriyorlar “Hadi” diye. Görünen o ki herkes çok büyük bir ızdırabın içinde yaşıyor. Bir de tornanın fireleri var yani içinden gelen hissi kaybetmeyen insanlar; hisseden ve ona göre davranan insanlar var az sayıda. Onlara da deli diyoruz. Durum bu.
“Ne hissettiğimizi ve ne istediğimizi bilmiyoruz”
Kitabın kahramanı Nihan. Evli, iki çocuk annesi, ortalama bir hayat sürerken bir anda büyük değişiklikler yaşamaya başlıyor. Nihan aslında ne istiyor?
Nihan ne istediğini hiç sormamış kendine. Kağıt üzerinde doğru ne varsa yapmış ve olmamış. Hepimiz gibi. Yani mutluluk bir resim onun için de. O resme sahip olanlar da mutlu değil, sahip olmasına ramak kalanlar da. Zannediyorlar ki evlense mutlu olacak ya da şu işi değiştirebilse, biraz daha para kazansa, arabayı bir değiştirse mutlu olacak yani sürekli ramak var her şeye.
Ona hiç varılamıyor mu?
Hiçbir zaman varılamıyor. Sonra bazı insanlar o resmi buluyorlar. O sosyoekonomik düzeyi, o sarışın kadını, o yakışıklı adamı, o kariyeri, o iki çocuğu - bir kız bir oğlan mutlaka - , o Golden Retriver'ı ayaklarının altında, o sitedeki evi alıyorlar oluyor ve yine olmuyor.
Mutluluk ne?
Mutluluk bir his, resim değil. Ve onu hangi resimde bulabileceğini bilmiyorsun. Zaten sürekli de mutlu olmayacaksın. Ama resmin peşine düştüğün zaman hiç mutlu olmayacaksın. Yani resim oluyor sonra diyorsun ki herhalde bende bir sorun var. Evi de aldık, Mortgage'a da girdik, genel müdür de oldum, kadın da sarışın, golden Retriver'ı da aldık, çocukların arasında da üç yaş var biri kız biri oğlan. Niye olmadı? O zaman bende bir sorun var. Nihan bir emlak reklamı ailesi değil; rahatı yerinde bir ev kadını. Ve hiç sormamış “Ne istiyorum?” diye; “Ne hissediyorum?” diye de sormamış. Ne hissettiğini bilmiyor, hiçbir fikri yok.
Çaydanlıkla akşam yemekleri arasında bir yerde otomatik olarak yaşıyor…
Nihan bir kriz yaşıyor. Bunlar insanın sistemini sarsıyor ve mecburen hissetmek zorunda kalıyorsun. Hissetmeye başlayan insanların ilk etapta belalar açılır. Çünkü düzen hissetmek üzerine değil, tam tersi hissetmemek üzerine kurulu. Halının altına süpürmek, kırılganlığını göstermemek üzerine kurulu. Hisler başlayınca kadının başı belaya girmeye başlıyor. Ama bu hayırlı bir bela. İnsanlara korkutucu geliyor. O uçurumdan atlamak, o belayla uğraşmak. Halbuki hissetmeden, içinden geleni yaşamadan yaşamaktan daha zoru yok. Nihan'ın anladığı şey şu: Bir şeyleri yapmamanın da bir bedeli var. O görülmüyor, herkes hiçbir şey yapmazsam bir bedel ödemem diye düşünmüyor aslında onun da bir bedeli var. O yüzden Türkiye'deki orta yaştaki kadınların hepsi hafif depresyonda, mutsuz, aksi...
“Televizyon izlerken hayat bitti”
Yaşayamamışlıktan mı? ...
Herkes elinde bir avuç antidepresanla, hayatın sonuna gelinmiş gibi davranıyor. Televizyon izlerken hayat bitti yani. Evlendik mi? Evlendik. Çocuğu yaptık mı? Yaptık. Kocayı idare ettik mi? Ettik.
Peki ya doktor?
Doktor çok ihtişamlı bayağı emlak reklamı erkeği, olayı bitirmiş. Kadını almış, iki çocuğu yapmış, Golden Retriver'ı, evi almış üstüne bir de kağıt üzerinde doğru olacak bir şekilde dünya üzerindeki diğer bütün kadınlarla da cinsel ilişkileri var... Rüyayı yaşıyor yani adam.
Olunabilecek en iyisi...
Aslında doktorun iç dünyası da Nihan’ınki gibi. Nihan'ın titrek bir ev kadını olması ile bu adamın rüyayı yaşayan biri olması içsel olarak bir şeyi değiştirmiyor. Doktor, çok içten, çok kırılgan ama çok yalan söylüyor. Sonra anlıyorsun ki o da kendini öyle koruyor. Herkes kendini bir şekilde korumaya çalışıyor. “Herkesin radyasyonu farklı”. Ve herkes bunu bir şekilde saklamaya çalışıyor.
Doktor ile Nihan’ın cinselliklerinde sadomazoşizm var. Bunu biraz anlatır mısın?
Yine resim meselesi. Sanılıyor ki el ele tutuşulursa içten bir ilişki olur, aşk olur, ama adam kadının ağzına bir tane çakarsa kadına şiddet olur. (Bu tabii cinsellik bağlamında ve karşılıklı rıza ile elbette...) Burada çok derin bir sevgi ve derin bir yakınlaşma yaşanıyor çünkü iki insanın kendi içindeki karanlıklar ve kırılganlıklar buluşuyor. Birbirlerinin yanında kendilerini yargılamıyorlar ve güvende hissediyorlar. Karşılıklı olarak sıradışı cinsel isteğin tatmin edilmesi gerçekte asla bir araya gelemeyecek iki kişinin birlikteliğine vesile oluyor.
“Özgür olmak için saklanmak gerek”
Nihan'dan Esra'ya gelelim. Bu kitabı yazmak nasıl bir deneyimdi?
Her kitabın birkaç seviye hikayesi var. Nihan ile doktor arasında bir hikaye var ortada, yazılmış. Herkesin öyle bir hikayesi var. Ortada, yazılıyor gözümüzün önünde. Sonra her kitabın bir tane yazarın yakın çevrelerinin bildiği bir hikayesi var. Her kitabın da sadece yazarının bildiği bir hikayesi var. Şimdi esas şeye geliyorum. Her kitabın da, kitabın yazarının da bilmediği bir hikayesi var ve kitaplar yazarın bu hikaye nedeniyle yazılıyor.
Sen ne anladın?
0-3 yaş bir hikaye yazdığımı anladım. Yani unuttuğum, hala tam olarak hatırlamadığım bir acımı yazdığımı anladım.
Peki neden yüzünü göstermiyorsun fotoğraflarda?
Çok çirkinim çünkü. (Gülüyor) Ben herhalde korkuyorum. Acayip bir ülke burası ve özgür olmak için biraz saklanmak gerekiyor.
Yargılanmaktan korkuyorsun...
Bilmem, rahat etmek istedim. Ve rahat edememekten korktum. Herhalde biz biraz ülkeden de korkmaya başladık.
İçindeki erotik sahnelerden dolayı mı diyorsun?
Aldatma, erotik sahneler... Genel ahlak bir sorgulanıyor... Ben de başka işler yapan, çoluk çocuk sahibi bir insan olarak, korktum ülke ile uğraşmaktan...
Röportaj: Damla Çeliktaban
YORUMLAR