Yan Etki’nin ‘Yalnız Batı’ adlı oyununda tanıştım Damla Sönmez’in oyunculuğuyla. İlk sohbetimizse Pürtelaş Tiyatro’nun ‘Savaş’ adlı oyununun provalarında gerçekleşti. O gün ne kadar hassas ve duyarlı bir insan olduğunu keşfettim. Bir de ikimizin de Saint Joseph mezunu olduğumuzu öğrendim. Kendisinden Yaz Köşesi’nde oyun arkadaşım olmasını istediğimde, “Bizi biz yapan, içimizdeki sanat aşkını hayatımızın bir parçası haline getirmemizi sağlayan okulumuzda buluşsak ya” dedik. Sözleşip bir örnek giyindik. Ben 1998 çıkışlıyım, Damla 2001 girişli. Okulumuzun daha önce birlikte dolaşamadığımız koridorlarında bir araya geldik.


Fotoğraf çekiminde çocuk gibiydi Damla; hopladı, zıpladı, bol bol kahkaha attı. Sohbetimiz sırasındaysa duyguları güzel gözlerinde toplandı. Tiyatro derken parlayan o gözler, hayatın içimizi acıtan gerçeklerinden söz ederken buğulandı. “Duygularını hep böyle açık mı yaşarsın?” diye sorduğumda, “Duyguları dışarıda yaşamanın kimseye zararı olmayacağını düşünüyorum. Çocuklar ‘Ağlama, güçsüzlüğünü belli etme, duygularını gizle’ diye öğütlenerek büyüyorlar. Oysa duygunu söyleyebilmek güzeldir, ağlamak güçsüzlük belirtisi değildir. Duygularımızı açıkta yaşayıp zarar vermeden karşımızdaki insanla paylaşırsak; gücenmek, haset, kin gibi duygular yok olur. Öbür türlü başta kendimiz, değdiğimiz her yeri hasta ediyoruz. Ne gerek var buna?” diye yanıtladı beni. Bakın başka neler söyledi...


‘Her çocuk kendi olabilmeli’



Saint Joseph benim kendimi, ne olmak istediğimi keşfettiğim yer. Hocalarım ve arkadaşlarım yazmam konusunda beni hep cesaretlendirdi. Senin tiyatroyla ilişkinde nasıl bir rolü var?

Ben 8-9 yaşımdan beri oyuncu olmak istiyordum ve sürekli bununla ilgili bir şeyler yapıyordum. Yazları kursa gidiyordum mesela. Saint Joseph, sosyal faaliyet derslerini çok ciddiye alan bir okul. Okulda sanata ve spora verilen değer hayatta kitap ve defterden başka şeyler olduğunu da anlamamı sağladı. Hocalarımız sporla, müzikle, tiyatroyla, resimle ilgili de bir şeyler yapmamızı isterdi. Bunun kıymetini insan zamanla daha iyi anlıyor. Okulun tiyatro kulübünde 3 sene sahneye çıktım. Bir oyunun nasıl hazırlandığına, prova sürecine, doğaçlamaya dair ilk tohumlar okulda atıldı içime. Ne yapmak istediğimi zaten biliyordum, hocalarımdan ve arkadaşlarımdan gelen geri dönüşler beni daha da cesaretlendirdi. Hiç unutmuyorum, ilk sene ‘Uzaklar’ı oynadık. Kütüphaneden çıkarken üst sınıflardan bir çocuk yanıma gelip tebrik etti ve oyunla ilgili yorumlarda bulundu. Bir oyunla ilgili dışarıdan aldığım ilk tepkiydi. Seyircinin geri dönüşünün hazzını da ilk kez okulda tattım yani.





Saint Joseph’ten sonra Sorbonne’la başlayıp konservatuvarla süren bir tiyatro eğitimi sürecine girmişsin. Ailelerde genelde “Altın bileziğin olsun. Tiyatro da yaparsın” yaklaşımı oluyor maalesef. Sen de yaşadın mı bunu?

Önce “Geçici bir heves mi?” diye düşündüler. Saint Joseph’teyken oyun provaları için gece geç saatlere kadar okulda kalırdım. Çabamı görünce “Sevdiğin işi yap” dediler ve beni hep desteklediler. Anne-babalar çocuklarını en sağlıklı ve hızlı şekilde kendilerinden bağımsızlaştırmalı. Arada sadece sevgi bağı olmalı. Her çocuğa kendi olma hakkı tanınmalı. Ailem bana bu hakkı tanıdı.

‘İlk kez komedide oynayacağım’


Henüz 28 yaşındasın ama Altın Koza, Altın Portakal ve Milano’da aldığın ‘Da Vinci’nin Atı’ gibi pek çok ödülün var. İki dizide oynayınca havaya giren insanlar görüyoruz. Bunca ödülden sonra başının döndüğü oldu mu?

Ödüllerin bende yarattığı duygu yıllar önce okuldaki arkadaşımın yaptığı yorumla aynı. Benim için büyülü anlardı çünkü her seferinde birilerinin yaptığım işi izleyip bana duygudaş olduğunu gördüm. Bu duygudaşlık bir oyuncu için en büyük mutluluk. Evet ödül benim iyi bir performans sergilediğimi gösteriyor ama işime hiçbir zaman insanlar bana hayran kalmalı duygusuyla yaklaşmadım. Meryl Streep “İyi oyunculuğun sırrı oynayacağınız şeyleri doğru seçmektir” diyor. Gönlüme sinen işlerde rol almayı tercih ediyorum. Oyunculuk kendine, insana ve hayata dair sonu olmayan bir keşif hali. Ödülü çok büyütürsem, “Ben oldum” havasına kapılırsam altında ezilirim, o enerjiyi taşıyamam. “Ben oldum” dersen oyun biter, keşif biter, işin eğlencesi biter. Oysa ben hayatım boyunca oyun oynamak istiyorum. Senin yanından ayrıldıktan sonra yeni oyunumun provasına gideceğim. Yani az sonra çocuk parkı saati, oyun saati başlayacak.


Bahsetsene biraz oyundan.

Pürtelaş Tiyatro’nun oyunu. Orijinal adı ‘Constellations’, yazarı Nick Payne. Serdar Biliş ve Tamer Can Erkan yönetiyor. Ben kuantum üzerine çalışan bir araştırma görevlisini canlandırıyorum, Deniz Karaoğlu ise organik bal üretimi yapan bir adamı. Oyun, zaman kavramını irdeliyor. Ekimin ikinci haftasında seyirciyle buluşacak. İlk kez komedide oynayacağım. Romantik komedi olarak başlayan ama zamanla drama dönen bir oyun.


‘Yeni masallar yazmalıyız’

‘Güllerin Savaşı’ dizisinde canlandırdığın Gülru, birine öykünmenin hırsıyla hareket etmenin, kişiyi nsanlıktan çıkarabileceğinin kanıtı gibi...

0-7 yaş arası kendimizle, toplumda nasıl bir yer edineceğimizle ilgili algımızın oluşması açısından en önemli dönem. Gülru o dönemde annesini kaybetmiş ve kadın figürü olarak evin hanımını seçmiş. Anlatılan masalların da etkisiyle kız çocuklarının prenseslere karşı özel bir ilgisi vardır. Gülfem, Gülru’nun gözünde bir prenses. Daha kendini tanıyamadan “Ben bu olacağım” diyor ve hastalıklı bir sürecin içine giriyor. Hep “Dizi tutsun da kendimi bu değişimin içinde bulayım” dedim.





Bize anlatılan masallardaki prensesler mutlaka güzel ve çoğu kendi hayatının kahramanı değil. Sinderella’yı da Pamuk Prenses’i de prens kurtarıyor, kız başına ormanda gezinmemesi gereken Kırmızı Başlıklı Kız’ıysa avcı. Bilinçaltımıza bak!

Barbie bebeklerimiz vardı bir de; onlar gibi görünmeye özenirdik. Güzelliği fiziksel görüntüden ibaret sanıyoruz. Oysa insan kendiyle barışıksa, mutluysa çuval bile giyse güzel görünür. Artık yeni masallar yazmamız gerekiyor, kadının da kahraman olduğu masallar... Dünyanın kurtarılacak değil, yaşanılacak bir yer olduğunu anladığımızda kahramana da ihtiyaç kalmayacak, herkes eşit olacak.


‘Güzellik oyunun önüne geçmemeli’

Keşke ekranda da bundan sonraki işin bir komedi dizisi olsa.

Ben de çok istiyorum. Bizde oyuncuları bir kalıba sokuyorlar. Oysa oyuncu için en tatmin edici şey olabildiğince farklı karakterlere bürünmektir. Yeni tanıştığım insanlara ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’de kolları kesilen kızı oynadığımı söyleyip “Aaa tanıyamadım seni” cevabını aldığım oldu. Bu beni çok mutlu ediyor. Rol gereği değişmek ve izleyicinin bu değişime inandığını görmek bana çok iyi geliyor. Keşke yapımcılar risk alsa, daha açık fikirli olsa. Bir oyuncudan hep aynı şeyi istemek yerine “Bunu da yapabilir mi?” deyip deneseler. Yeniyi, farklı olanı denememiz lazım. Alternatif sahneler tiyatroda bunu yaptı, çok da güzel oldu.

Bir de nedense kadın canlandırdığı karakter ne yaşarsa yaşasın güzel görünmeli gibi bir durum var ekranda. Doğallık ıskalanıyor biraz.

Televizyonda makyaja yükleniliyor. Benim gözaltlarım mor, her seferinde kapatılıyor. Saçlarının hep düzgün, tenininse ışıl ışıl görünmesi gerekiyor. ‘Deniz Seviyesi’ filminde makyajım yoktu. Sadece kirpiklerimin ucuna çok sarı olduklarından rimel sürüldü. Ben o doğallıkla daha mutlu hissediyorum kendimi. Televizyonda, sahnede ya da sinemada önemli olan senin değil, duygunun güzel görünmesi. Seyirciye duyguyu geçiremedikten sonra nasıl göründüğünün ne önemi var? Güzellik, oyunun önüne geçmemeli.





‘Hayatta ne biriktirdiğimiz çok önemli’

‘Savaş’ oyununu konuşurken “Bu savaş insanlara ‘Bir daha asla’ dedirtmeli” demiştik ama vahşetin sonu gelmiyor. Son zamanlarda hep “Ne ara ve nasıl bu kadar kötü insanlara dönüştük?” diyorum.

Bütün sıkıntıların temelinde kendimizi sevmememiz var. Kendini sevmezsen sevgiyi ne alabilir ne de verebilirsin. Aynada kendi gözümüzün içine bakmıyoruz. Kendi gözümüzdeki duyguyu görmediğimiz için başkalarının gözündeki duyguya da körüz. Hayatta iki temel duygu var; sevgi ve korku. Sevgiyi çoğaltmak, korkununsa üzerine gitmek gerekiyor. Bu hayatta ne biriktirdiğimiz çok önemli. İçimizde korku biriktirdiğimizde o korkunun nefret, öfke ve küçümseme gibi yan etkileri ortaya çıkıyor. Ne biriktireceğimizi seçmekse bizim elimizde.

Ne biriktiriyorsun?

Tecrübe ve sürekli yenilendiğini unutmadan bilgi biriktiriyorum. En önemlisi insan biriktiriyorum. Etiketlere takılıp kaldık. Oysa önemli olan etiketin içinde ne olduğu. İnsan mısın değil misin; bütün mesele bu! Bizim gibi düşünmediği için kimsenin yaşam hakkını kısıtlayamayız. Bir insanı fikri bizimkiyle örtüşmüyor diye öldüremeyiz. Aynı olmadan da bir olabiliriz. Herkesin hayata kendi rengini katma hakkı var.


Röportaj: Ece Saruhan

Fotoğraflar: Hasan Örnekoğlu



Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.