Hollywood’un gençlik distopyaları ivme kazanmaya devam ediyor. Bunlardan biri olan ve kısa zamanda popülerlik kazanan Maze Runner serisinin üçüncü filmi “Maze Runner: The Death Cure”un yönetmeni Wes Ball hikâyenin çatısını oturtmaya çalışarak, gençlerin gündeminde yer alan kaotik olayları merceğe alıyor. MTV’nin “Teen Wolf” dizisiyle adını duyuran baş karakter Dylan O'Brien başarılı oyunculuğuyla dikkatleri üzerine çekerek, hikayedeki karakterlere öncülük ediyor.


Dünyanın kötü bir yöne doğru evrildiğini ve yakın bir zamanda kıyamet geleceğini savunan distopik filmler, karanlıktan beslenerek aydınlığa ulaşmanın zor olduğunu ortaya koyuyorlar. Hayallerle değil, istatistiki bilgilerle donatılan distopyalar olanı olduğu gibi değil, abartı katarak anlatıyorlar ve geleceğin tehlikede olduğuna dair mesaj vermeye çalışıyorlar. Yani ortada somut bir sonuç var ve o sonuca göre bir hikâye tasarlıyorlar. “Gerçekler acıtır” sözünü distopya zemininin altına süpüren yapımcılar yaşadığımız coğrafyanın/coğrafyaların giderek yerle yeksan edildiğine dem vurarak, yakında kolonileşme başlayacağını ve tarihin yeniden tekerrür edeceğini savunuyorlar.


Bu mantıktan yola çıkan “Maze Runner: The Death Cure” (Labirent: Son İsyan), serinin üçüncü halkasıyla maceraya kaldığı yerden devam ediyor ve gençlerin isyanını sert bir dille anlatıyor. Bu üçüncü halkada, gençlerin tek merkezli faşist sisteme olan başkaldırısı perdeye yaftalanarak, onların düzenledikleri darbe seyirciye aktarılıyor. James Dashner tarafından yazılan kıyamet sonrasını anlatan bilim kurgu roman serisi Maze Runner ve onun sinemaya uyarlanan versiyonları, özünde geleceği gençlerin kurtaracağını ve sonrasında onların yeni bir dünya kuracaklarını ifade ederek, umudun tekrar filizlenebileceğinin garantisini ortaya koymuş oluyor.


“Amaca giden her yol mubahtır”


“Açlık Oyunları” serisiyle orta noktada buluşan Maze Runner serisinin nasıl başladığına kısaca bir göz attığımızda, kendilerini hiç tanımadıkları gençlerle birlikte bir labirentin içinde bulan diğer gençlerin oradan hiç kaçamayacakları gerçeğiyle yüzleşmiş oluşlarını izledik. Bunun neticesinde, gençler tüm insanlığı tehdit eden bir virüs uğruna yaşamlarını ortaya koydular ve onlarla birlik olanlara karşı çıktılar. Çözümün barışçıl yöntemlerle çözüleceğine inanan gençler sert olmayan yöntemleri tercih ettiler, ta ki fikirleri farklı şekillere dönüşene değin…


Sistemle olan sorunun her daim devam ettiğini hikayelendiren seri, insanın hiç değişmediğini, tam tersine şiddetle daha çok iç içe olduğunu kendi vizyonuna göre biçimlendiriyor ve “Amaca giden her yol mubahtır” cümlesini sahne aralarına iliştiriyor. Başka bir ifadeyle; “Bir sonuca ulaşmak için başka bir fedakârlık yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır” mesajını senaryoya kancallayan yönetmen Wes Ball, kötülüğün kötülüğü çağırdığı gerçeğiyle yüzleştiriyor seyirciyi…


Seride ölümcül bir deney uğruna heba edilen bağışıklık sahibi gençlerin, başlarına gelen olayları öğrenmeleri sonucu olaylar karışıyor çünkü o gençler kötü insanların oyuncağı haline geliyorlar. Hem de yan etkileri olan bir tedavi için! Virüs kapıp zombie’ye dönüşen insanları iyileştirmek ve kayda değer bir sonuç üretmek ise zorbalıkla hareket eden sistemin görevi… Gençleri durumdan habersiz bırakan sistem, tıpkı toplama kampında olduğu gibi onları tek bir merkeze toplayarak, kobay olarak sınıflandırıyor ve onların düşüncelerini ve hislerini hiçe sayıyor.


Buradan hareketle, “Çöküş varsa, yeniden diriliş de vardır” düşüncesine atıfta bulunan Maze Runner: The Death Cure, gençlerin çare arayışları adına verdikleri amansız mücadeleyi puslu bir atmosfer üzerinden aktararak seyircinin dikkatini çekmeye çalışıyor. Sistemi devirmek için var gücüyle çalışan gençler kahraman edasıyla birlikte hareket ederek kendilerine karşı yapılanın yanlış olduğuna dair kanıt arıyorlar. Takım ruhunun önemini vurgulayan film, bir savaştan zafer elde etmek için korkusuzca eyleme geçmek gerektiğinin altını ciddi bir şekilde çiziyor.





“Nasıl ki virüs varsa, onu iyileştiren panzehir de vardır”


Adaletin yerine getirilmesi için bazen insanın kendi adaletini kendi bulması gerektiğini ortaya koyan hikâye, haksızlığın her saniye hayatımızın içinde olduğuna ışık yakıyor. Yaşanan tüm kötülüklerin sorumlusunun yalnızca kendimiz olduğunu ifade eden yönetmen hem bir tez hem de anti-tez geliştiriyor. Yani bu şu demek oluyor: “Virüs varsa, onu iyileştiren panzehir de vardır” diye bir savda bulunuyor. Kapana kısılmış gençlerin, neden kapana kısıldıklarını anlatan yönetmen, efsunu, korkuyu, cesareti, ayakta durabilmeyi, yılmamayı ve güçlü olmayı distopik bir dünyayla seyirciye yansıtıyor. Suçlu ve suçsuz olma arasındaki dengeyi kuran yönetmen, bilimin ve teknolojinin çok büyük bir canavar olduğuna dair ortaya teoriler atıyor ve bu teoriler var oluşumuzu sorgulatıyor. Deyim yerindeyse, gençlerin beyinlerini yıkayarak, kapitalist toplumun çürük bir elmadan farksız olduğunun analizini yapan film, bazı olumsuz durumları sonlandırmak için bireysel ve krallığa dayalı bir düzenin parçası olmayı bırakmak gerektiğinin önemine değiniyor.


Kapkaranlık bir geleceği benimseyen film, kıyamete karşı insanlığın gözünü açıp, robotlaşan toplumda insanların hissizleştiklerini ve bundan dolayı kimliklerini kaybettiklerini keskin bir üslupla değerlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda da özgürlüklerinin ellerinden kayıp gittiğini eleştiriyor. Bilinçlendirme propagandası yapan film, uyarıcı bir etkiyle didaktik alt metinlere yelken açarak, seyirciye aslında tekin olmayan bir geleceğin yakında kapımıza dayanacağının sinyallerini vermiş oluyor.


Hikâyenin altında başka bir hikâye daha gizli




Genel itibariyle önceki filmlerden çok farklı bir statüye sahip olan “Maze Runner: The Death Cure”un en büyük sorunu hikâyenin boşluklarının doldurulamayışı, zira hikâye tam anlamıyla akmıyor ve akmadığı için de gizemli bir rüzgâr estiremiyor. Hikâyede gelişen her türlü olayı önceden tahmin etmemiz, büyünün bozulmasına sebebiyet veriyor. Sahnelerin ağır ilerleyişi de cabası! Deyim yerindeyse, aksiyon az, gereksiz sahne fazla, hal böyle olunca seriyi canlı tutacak fikirlerin tükendiğinin rahatça farkına varıyoruz. Filmde ayrıntılı bir hikâye göremediğimizden dolayı, sanki daha önce izlediğimiz bir filmi yeniden izliyor hissine kapılıyoruz. Son zamanlarda popüler olan zombie filmlerine yer yer konu olarak benzeyen “Maze Runner: The Death Cure”, zombielerin dolaştığı ve kaosun hâkim olduğu bir dünyanın muğlaklığını süzgeçten geçiriyor. Direnişçileri baş koltuğa oturtan yönetmen, ne yazık ki sembolleri/metaforları arka plana atarak filmin gelişim aşamasına adeta bir çelme takıyor ve olgunlaşma hikayesi adeta sönmüş bir volkana dönüşüyor. Yönetmen, macera ve kahramanlıktan ziyade, hikâyenin içine siyasi teoremleri yerleştiriyor.


Netice olarak; “Maze Runner: The Death Cure” her ne kadar izleyiciyi tatmin etse de filmi seriden bağımsız olarak ele aldığımızda doygunluk hissi yaratmıyor çünkü adaptasyon konusunda zorlandıkları belli… Bazı zorlama sahneleriyle, “Kaç ya da ele geçir” mantığını filmin içine monte eden yönetmen sığ sularda yüzerek, görsellikle dolu bir dramatik hikâyeyi göz önüne seriyor. Karakterler arasındaki ‘gerilim’ dolu dakikaları ve tansiyon yükseltici bazı sahneleri es geçmemek gerek. Bakalım toplam 5 kitaptan oluşan Maze Runner serisini yeniden beyazperde izleyecek miyiz? Bekleyip görelim.


Yazı: Arzu Çevikalp

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.