Tanrıçalar ve kutsal dayı
"Hello!.. Hello!.. Hello!"
"Ne var lan hello hello?!" Bana sesleniyorlar sanıyorum ama alakası yok. Yine yanlış hello'ya kızıyorum. Hindistan'da gezdiğim her yerde çeşitli ısrarcı hello’larla darlanıyorum 1.5 aydır. Para istemek için hello, bişe satmak için hello, fotoğraf çektirmek için hello, konuşmak için hello. Her 100 hello'da bir falan bi "Eeh be!" geliyor. Tam söyleneceğim, bakıyorum, adamın telefonu çekmiyor, karşısındakine sesini duyurmak için kasıyor "Hello! Hello!" diye. Bana yönelen 99 hello'da diil de, alakasız 100. hello'da harekete geçip, defalarca aynı şekilde yamulmam düşündürüyor.
Hello mello derken bakıyorum gün doğmuş, ufak ufak toparlanmaya başlıyorum. Pushkar civarındaki Ajmer'den, Rishikesh civarındaki Haridwar'a giden trende, ranzanın üst kısmında yatay vaziyetteyim. 15 saatlik yolculuğun bitmesine yarım saat kalmış. Bu 15 saatte dar alanda (tabuttan hallice) hareket becerimi geliştiriyor, tüm gece kafama batan sırt çantamdaki nesnelerle barışıyor; sağladığı kitap, müzik, oyun, internet hizmetleri için akıllı telefonun varlığına sonsuz şükürler ediyorum.
Haridwar tren istasyonunda, yürüyen merdivene binen ama bi türlü inemeyen 3 kadına gülüyorum. Genç kız-anne-nine üçlüsüne genç bi çocuk yardım ediyor gülerek. İstasyon çıkışında pahalı taksi tekliflerine yok deyip, ilerideki dolmuşa biniyorum. Yollar kapatılmış, dolmuşu geçirmiyor polis. Dolmuşçu beni bi tuktuka postalıyor. 18-20 yaşlarındaki genç tuktukçu oradan girip buradan çıkıyor, polis noktasının yanından sıyrılmaya çalışıyor. Fark eden polis tuktukçuya bağırıp onu püskürtüyor. Tuktukçu dönüp dolaşıp bi daha deniyor şansını. "Hah, galiba olacak" derken, polis beliriyor. Tuktukçunun tek kulağını uzun uzun çekip azarlıyor, kulak havadayken tokadı basıp gönderiyor. 2 saatlik denemelerin ardından pahalı taksiye biniyorum yorgun argın. Dolmuşa kapalı olan yol taksiye açık. Hindistan'da sorgulamamayı da öğreniyorum ufaktan.
Adı güzel, kendi güzel Rishikesh'e varıyorum sonunda. Kalacağım hostel yokuşun tepesindeymiş, söve söve yürüyüp, yerleşiyorum yatakhaneye. 1-2 saat kestirip, terasa çıkıyorum. Yatakhaneyi paylaştığım 3 İngiliz kadınla muhabbete başlıyorum. Konu her 3-5 cümlede bir yogaya bağlanıyor. Bayıp, terasın öbür tarafına geçiyorum, kimi dinlesem yoga konuşuyor. Yoga, ashram, guru, inziva, yoga, ashram, guru, yoga, farkındalık, yoga, yoga, yoga... Sadece sağlıktan, sadece ekolojiden, sadece gezmekten, sadece yogadan, sadece seremoniden, sadece x'ten, sadece y'den konuşuluyorsa ben oradan kaçarım arkadaş. Sıkıntıdan beynim kanamadan hostelden uzaklaşıp, Rishikesh'te yürümeye başlıyorum.
Rishikesh'in konumu Boğaziçi gibi. Boğaz yerine Ganj akıyor ortasından. Kocaman köprüler yerine 2 komik köprü var. Köprü. Pöplü. Löpğü. Köprü ne acaip kelimeymiş bu arada, yazarken yabancılaştım. Daracık bi çelik asma köprüden bahsediyorum. O köprüyle bi yakadan öbürüne her iki yönden yürüyenler, durup fotoğraf çekilenler, her iki taraftan gelen bisikletler/motosikletler, köprünün ortasında dilenenler, yere çökmüş inekler, sırt çantalı turistler, keşişler... Hindistan gibi bi evreni tek bi fotoğraf karesiyle özetlemeye mecbur olsam, (mesela bi drone ile) aşağıda akan Ganj ve etrafındaki ashram’ları da alacak şekilde bu köprünün fotoğrafını çekerdim.
Yakalardan birinde yürüyorum. Yol kenarında bin bir çeşit tezgah, "Beni mutlaka satın almalısın!" diye bağıran nesneler, tarz tarz cafeler, çeşitli doğa sporu/tur/inziva/ders ilanları... Nefis manzaralı bi cafeye oturup, doya doya izliyorum Ganj'ı.
Ganj. Bi ülkeye giderken, bazen tek, bazen birkaç tane "mutlaka yapılmalı/görülmeli" şey oluyor kafamda. Onun dışında kalan tüm planlar değişebiliyor, süreler, güzergahlar türlü türlü taklalar atıyor; bi insanla tanışmaya, bi mekana aşık olmaya bakıyor her şey. Hindistan'da mutlaka yapmak istediğim 3 şey var: Hampi'yi görmek, Vipassana, Ganj'da yıkanmak. Önce Hampi'de toprak krallığıyla tanışıyorum, ardından Vipassana tüm bangır bangırlığıyla kazınıyor hayatıma. Ve 1,5 ay hayalini kurduktan sonra Ganj'ı da yukarıdan izliyorum şu an.
Yukarıdan izlemek yetmiyor, yanına varmak istiyorum. Yemeğimi bitirip, çıkıyorum her yanı The Beatles fotoğraflarıyla kaplı mekandan. Yol kıvrıla kıvrıla aşağı iniyor, birkaç da merdiven derken ulaşıyorum taşlarla kaplı sahile. Güneşin batmasına 1 saat falan var. Arka arkaya botlar geçiyor, Ganj'da rafting yapıyor insanlar. Yapamayanlar da sıra sıra oturmuş, yapanları izliyor. Oturanların tamamına yakını yerli ve oldukça heyecanlı tipler. Çoğu kalabalık gelmiş, birkaç tane de çift var. Tenha bi yere ulaşma gayretiyle aralarından sıyrılıyorum. İrili ufaklı taşların üstünde düşe kalka yürüyerek kıyıya varıyorum. Ganj'la ön kavuşma. İlk kez dokunup, elimi, yüzümü yıkıyorum. Kıyıdaki taşlar pürüzsüz, bazısı neredeyse yusyuvarlak olmuş aşınmaktan. Aklıma Kurosawa'nın görece az bilinen, beni bayaa etkilemiş filmlerinden Donzoko geliyor. Filmdeki ana mekana, maddi-manevi her türlü yokluğun yaşandığı, hissi zifiri karanlık olan mezbeleliğe, yaşlı, gariban bi adam yerleşiyor. Ve minik minik ışık olmaya başlıyor en karanlıktakilere. Işığı görenlerden biri ona çok iyi bi adam olduğunu söylüyor. Yaşlı adam açıklıyor: "Ben nehrin kıyısındaki bir çakılım. O kadar aşındım ki, artık güzel ve düzgünüm."
Ganj'a kavuşmanın mutluluğu ve içine girip yıkanma sabırsızlığı bi arada, yavaş yavaş dönüyorum hostele. 1,5 ay beklemişim, 1 gün daha beklerim. Çünkü yarın gece dolunay var. Hem dolunay hem Ganj. İki tanrıçayla grup seks gibi. Umarım bu gece ölmem.
Ölmüyorum da neyse ki. Gündüz sadece yoga konuşulan, gece de yüksek sesle pop müzik dinlenilen hostelden hızlıca kaçıyorum uyanır uyanmaz. Birkaç yer gezdikten sonra sakin bi hostelde makul fiyatlı bi oda buluyorum. Yine güzel cafelerde takılmacalar, sağda solda masala çay içmeceler falan, akşamı ediyorum. Akşama doğru, karşı yakadaki, öncekinin aksine taşlı diil, kum-taş karışık olan sahile gidiyorum.
Güneşin batmasına yarım saat var. Sağımda solumda birçok insan, oturmuş, uzanmış, ayaklarını Ganj'a sokmuş vaziyetlerde güneşin batışını bekliyorlar. Yanıma küçük bi çocuk yanaşıyor, içine mum konmuş küçük bi çiçek buketi uzatıyor. Kırmamak için alıp, ufak bi harçlık veriyorum. Pushkar'da yapmamıştım, burada yapayım bari, diyorum bi yandan. Mumu yakıp buketi Ganj'a bırakıyorum. Sağda solda güzel güzel yüzen buketlerin arasına karışmasını bekleyerek izliyorum. 15-20 saniye sonra mum sönüyor. Buket dağılmaya başlıyor, ağzı burnu kaymış halde akıntıyla kıyıya vuruyor. Kısa bi süre arabeske bağlama, -doğru düzgün buket yapamamış+mumdan çalmış diye çocuğa söylenme- “çok kıyıya bıraktım, bi işi beceremedim” diye kendime saldırma, “saçmalama olm” deyip olayın tamamına gülme şeklinde tepki veriyorum duruma. 5 dakika sonra başka bi çocuk daha geliyor aynı paketle. “Yok” diyorum, bana yetti.
Güneş turuncudan kırmızıya geçişte. Bi yandan kara bulutlar geliyor. Uzakta şimşekler beliriyor kara bulutların ardında. Rüzgar çıkıyor ufaktan. Oturduğum sahil çok kalabalık geliyor. Kalkıp daha kuytu bi yer arıyorum. Birkaç dakika yolda yürüdükten sonra biçimsiz kayalardan merdivenler görüyorum. Bakıyorum saklı bi sahile iniyorlar. İnmeye karar veriyorum. İnerken solda kutsal bi dayı görüyorum. Önünde mumlar, çiçekler, merdivenlerin az ötesinde oturuyor. Uzun saç-sakallı, sabit ve derin bakışlı. Uzun uzun bakışıyoruz. Ellerimi kafamın üstünde birleştirip selam veriyorum. Bakışları yine sabit ama artık daha yumuşak. Yavaşça alıyor selamımı. Hoplaya zıplaya iniyorum taşlardan. Diğer sahille aramızda kayalar var, o yüzden saklı kalmış bu minik bölüm. Merdivenimsi kayaların dibinde oynayan 2 çocuk var. Güneş kıpkırmızı. Ben ve çocukların dışında bi de çift görüyorum sahilde. Uzun uzun öpüşüyorlar. Güzellerim benim, kavuşmanızı seveyim. Ganj pembe, aşıklar pembe, çocuklar gülüşüyor, şimşekler çakıyor...
Güneşin veda etmesiyle, önce aşıklar sonra çocuklar gidiyorlar. Tek başıma oturmaya devam ediyorum. Kara bulutlar baskınlaşıyor, şimşekler yaklaşıyor, rüzgarın etkisi artıyor. Dolunay da kara bulutların arkasında kaldığı için ortam alacakaranlık. Kutsal dayıya bakıyorum aradan, göremiyorum. Kafamda korkular beliriyor.
Yüzme bilmiyorum. Su nerede derinleşiyor bilmiyorum. Çevremde kimse yok. Işık çok az. Rüzgar fırtınaya dönüyor, ağzıma gözüme kum girmeye başlıyor. Yarına ertelemem için çok geçerli nedenlerim var. Ama dolunay bu gece.
Gireceksem şimdi girmeliyim. Fırtınası, yağmuru iyice saçmalayacak belli ki az sonra. Öf, su da soğuk. Hiç sevmem soğuk suya girmeyi. Ya gir ya hostele dön ulan. Tişörtü çıkarıp, havluya sarıp kuma bırakıyorum. Milim milim, bebek adımlarıyla Ganj'a karışıyorum.
Dibi balçık. İyice güvensiz hissediyorum. Milim milim ilerlemeye devam. Ayaklar, bilekler, diz... Gözüm, yüzüm kum içinde kalıyor, önümü zor görüyorum kum fırtınasından. Belime yakın bi noktada titreme geliyor. Nasıl dalacağım içine, dönsem mi hala yol yakınken? 3'e kadar sayıyorum, dalamıyorum. Bi daha sayıyorum, burnuma kum doluyor, öksürürken yine dalamıyorum. "Yeter be!" deyip cup diye çöküyorum sonunda içine.
Önce kapalı gözlerimde, sonra bütün vücudumda şimşekler çakıyor. Açık gözlerimle bu kadar net bi şimşek görüntüsü görmüşlüğüm yok. Vücudumun her yerinden canlılık fışkırıyor. Sanki bi fişim varmış, bu fişi prizden çıkarmış ve yeniden prize sokmuşlar gibi hissediyorum. Titreye titreye 2 kez daha dalıp çıkıyorum. Yavaş adımlarla sahile varıp, havluma sarılıyorum. Yüzümde saf bi gülümseme, üşümekten eser yok. Havluyla yüzümü kum fırtınasından korumaya çalışarak merdivenlere yöneliyorum. Kutsal dayı yerinde yok. Yola çıktığım an yağmur başlıyor. İnsanlar ağaçların, binaların altına sığınıyor. Ben yüzümde gülümsemeyle yürüyorum acele etmeden. Vaftiz devam ediyor.
Merdivenli, yokuşlu Rishikesh yolları düz geliyor sanki. İstanbul'a koşarak gidebilirmişim gibi bi enerjiyle doluyum. O kadar yol yürüyüp hostele varıyorum, en ufak bi yorulma belirtisi yok. Libidodan patlayacağım. Odama gidip mastürbasyon yapıyorum. Kesmiyor, bi daha yapıyorum. Yine kesmiyor, bi daha yapıyorum. Müzik açıp dans ediyorum. Ediyorum, ediyorum, soluksuz kalıp, su içip, tekrar devam ediyorum. Hostelin terasına çıkıp, "Huaaaaaaaaaaaaaaaaaa!!!!" diye bağırmak istiyorum. Yeterince deli cesaretine sahip olmadığımdan teoride kalıyor plan.
Birkaç saat sonra bulutlar veda ediyor. Herkes yatağına çekilmiş durumda. Dolunay tepede parıl parıl parlıyor, terasta tek başıma ona bakıyorum. Hoparlörden piyano sesi yankılanıyor. Piyanonun tuşlarından kristal mavi sular akıyor, beyaz ışıklar saçılıyor.
Bi notada kristal mavi gözlü tanrıça öpüyor, öbür notada uzun beyaz saçlı tanrıça. Kulaklarım, kalbim, penisim birbirine karışıyor.
YORUMLAR